2-B Yasası yabancıları da sevindirdi

Uzun süre önce buzdolabına konmuş olan ve uygun zamanın oluşması beklenen kamuoyunda “2-B Yasası” olarak bilinen yasa tam da yerel seçimler öncesinde buzdolabından çıkarıldı. Anayasamızda “ormanlık alanların hiçbir şekilde daraltılamayacağı” açıkça ifade edildiği halde, “Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz” diyenlerin mantığı ile başlayan sürecin bizleri hangi noktalara getirdiğini daha net olarak görebiliyoruz.
Ege ve Akdeniz bölgelerindeki turizm merkezlerine yakın olan köylerde, yabancılar köylünün kullanımına “zilyetlik esasına” göre bırakılmış olan arazilere, genellikle köy muhtarlarının şahitliğinde boş bir kâğıda aralarında yaptıkları anlaşmalarla sahip oldular. Bu türden anlaşmalarda yerin sahibi Türk vatandaşı köylü gözükmekle beraber, aslında yabancı ile arasında yaptığı şahsi sözleşmede, yabancı yer için ne kadar para ödedi ise o kadar parayı köylüye borç olarak vermiş gibi gözüküyor.
Yani kâğıt üstünde ve Maliye kayıtlarında Türk vatandaşının kullanımında görünen Hazine arazileri aslında çok yüksek miktarlarla yabancılara satılmış durumda. Burada tapusu olmayan yerin satılamayacağı savunması yapılabilir, ama ne demek istediğimin daha açık anlaşılabilmesi için, özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerindeki orman köylerinin incelenmesi ve arazilerin içindeki evlerde kimlerin yaşadığının tespit edilmesi gerekmektedir.
2-B Yasası ile birlikte yabancıların veya başka bölgeden insanların gelip arazileri alamayacağı söylense de, zaten bu yasa çıkmadan önce bir beyaz kâğıt üzerine yaptıkları anlaşmayla kullanım hakkını yabancıya kanunsuz olarak devreden köylünün, eline tapuyu aldıktan sonra sadece yapacağı, üzerine biraz daha fark isteyip anlaşmayı yenilemek şeklinde olacaktır.
Her ne kadar yapılan anlaşmanın kanunsuz olduğunu düşünsek bile, geçmişteki uygulamalara bakıldığında, söz konusu “yabancıların hakları” olduğunda uluslararası hukukun nasıl aleyhimize kararlar verdiğini de unutmamamız gerekiyor. Bu yağmanın durdurulması için yapılması gereken, Devlet Denetleme Kurulu’nun hemen harekete geçerek özellikle yukarıda bahsettiğim bölgelerdeki orman köylerini incelemeye almasıdır. İncelemeler sonucunda, belediyelerin yabancılar tarafından “düz kâğıda yapılan anlaşmalarla devralınan” arazilerin üzerine nasıl süper lüks villalar yapılmasına göz yumdukları görülecektir. Yani Yüce Önder Atatürk’ün ülkenin efendisi ilan ettiği köylüler, artık efendisi oldukları toprakları satmakta bir sakınca görmüyorlar. Bunu da yaparken hileyi şeriye yapması da çok iyi beceriyorlar aslında.
Ülkemizde gerçek anlamda ormanların korunması istenmiş olsa idi, Orman Bakanlığı’nın kapatılması ve tüm ormanların orman köylüsünün denetimine bırakılması yöntemi seçilebilirdi. Orman Bakanlığı kurulmadan önceki ormanlık alanların ülke topraklarına oranı yüzde 46 iken, bu oran Orman Bakanlığı kurulduktan sonra şimdilerde yüzde 9’lara kadar düştü ise, işte tüm sorunun kaynağında Orman Bakanlığı’nın ormanlarımızı korumaktan aciz olduğu gerçeği yatmaktadır.
Ormanların denetimini köylüden alan, ama korumasını sağlayamayan bir kurumun varlık gerekçesi ortadan kalkmaktadır. Şöyle ki, bir savaşı kaybeden komutan nasıl esir düşmekte veya onurunu korumak için intihar etmekte ise, ormanların yok olmasında birinci derecede sorumlu olan Orman Bakanlığı’nın da devletin onurunu korumak adına kapatılması gerekmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları