Ah rind olabilsek!..

Aziz dostlarım, hayata rindâne, yani hoş bakanlar, olaylara karşı aldırışsız kalanlar, Türkçemiz’e “Zaman her şeyin ilacıdır” sözünü kazandırmışlar. Keşke zaman aynı zamanda “ömür öğüten değirmen” olmasaydı... Keşke şu dünya hep iyilerin hâkim olduğu, hoşlukların, güzelliklerin yaşandığı bir dünya olsaydı...
Keşke Üstad Yahya Kemal’in, biri birinden muhteşem o 3 şiiriyle anlattığı “rindler”den biri olabilseydik... “Rindlerin Hayatı”nı; “Dağlar nasıl bakıyorsa siyah ufka öyle bak”arak ve “belâya karşı esneyen aslan vakarında” kalarak yaşayabilseydik... “Rindlerin Akşamı”nda “Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” kayıdsızlığıyla dolu “Ya şevk içinde harab ol(an), ya aşk içinde (bir) gönül” taşıyabilseydik... Ve nihayet “Rindlerin Ölümü” nü; “kanayan rengiyle açan güllerin, ağaran vakte kadar ağlayan bülbüllerin” yaşadığı o “âsûde bahar ülkesi”ne taşınmışçasına tadabilseydik...
Ne çâre ki “Sultân-üş-şuâra” (Şairler Sultânı) Bâkî’nin kendine yaraşır kalemiyle zirveleşen o şekvâsı gönlümüzdedir:
“Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak,
Benzer ki bir şikâyeti var rûzigârdan”
Demek ki bir gün sonbahar gelecek, yaprak çimler üzerinde perişân vaziyete düşecek ve perişân olmasına sebep olan zamandan ve sert esen yelden şikâyet eder hâle düşecektir...
Ve işte o gönüldür ki çimen üzerindeki yaprak misali zâlim yellerin tesiriyle nicedir sonbaharlara savrulmaktadır...
Ve vaktine, saatine göre ilaç olan zaman, dozunda kullanılmadığı, “hamd ve şükür”le katık edilmediği takdîrde; bir gün karşımıza zehir olarak, hatta Azrail olarak çıkacaktır... Ne mutlu rind olabilene; ne mutlu hayata hoş ve kayıtsız bakabilene, ne mutlu hayatı rindane yaşayıp, ölümü rindlere yaraşan o gül gönülle karşılayabilene!..

Fetret devri...

Neylersiniz ki Müslüman Türk Milleti olarak yine bir fetret, bir uyuşukluk devri yaşıyoruz. İnşallah bu yaşadığımız günler, zirveden düştüğümüz en son nokta olur da yeniden kanatlanırız... Alışık olmadığımız bu “düşük irtifadan” açacağımız güçlü, sağlıklı, çalışkan, inançlı ve imanlı kanatlarla, maddeten ve fiziken yüksek, ruhen yüce zirvelere konarız ve oralarda ebediyyen konaklamayı başarırız...
Evet, “mecburî izin münasebetiyle” sizlerden ayrı kaldığımız kısa süre içinde Türkiyemiz çok önemli olaylara sahne oldu... TBMM’nin yeni üyeleri, “Anayasa’nın kendilerine verdiği yetki ile” 11’inci Cumhurbaşkanı’nı seçtiler. 60’ıncı Cumhuriyet, 3’üncü AKP, 2’inci “Bay” Erdoğan Hükûmeti, “Yeni” Cumhurbaşkanı “Sayın” Abdullah Gül tarafından onaylandı ve göreve başladı... 
İzin dönüşünde Cuma ve Cumartesi günleri yayınlanan 2 yazımla ilgili olarak birçok değerli okuyucularımdan aldığım e-mektup ve yorumlarda, seçimler sonrasında oluşan 23’üncü dönem TBMM’de, MHP’nin ve özellikle Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin tutumu hakkındaki kanaatlerim soruluyor. BBP’nin son anda seçime girmemesi ve Genel Başkanı Yazıcıoğlu’nun bağımsız seçilmesi ile 11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile ilgili düşüncelerim de birçok gönüldaşım tarafından merak ediliyor.
Aslında dilimin döndüğü, kalemimin yettiğince bu konularda inandığım doğruları daha önce sizlere arz etmiştim ama “umumî arzu üzerine” tekrarında fayda görüyorum...

Yok aslında farkları...

Dostlarım, Ben “Sayın” Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığına, saygıdeğer eşi Hayrunnisa hanımefendinin, anayasamızda öngörülen temel hak ve hürriyetler çerçevesinde inançları gereği başını örtüyor olmasından dolayı asla karşı çıkmadım. Eşinin başı kapalı olduğu için Cumhurbaşkanı olamaz gibi “zavallı bir gerekçe” ile karşı çıkanları da edep çerçevesinde en ağır bir dille tenkîd ettim. Bu “zat-ı muhterem”e karşı oluş sebebim, AKP’nin çıkardığı bu tek adayın iktidar olup da muktedîr olamayan “Batı Teslimiyetçisi Zihniyet”in 2’inci adamı olmasıydı. Yani Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığına geçmiş “teslimiyetçi ve kimlik bunalımlı icraatlarından ve beyanlarından dolayı” okur yazar bir vatandaş ve Türk Milliyetçisi sıfatımla karşı çıktım.
Ancak karşı çıktığım bir başka husus, Abdullah Gül’ün demokratik parlamenter sistemin, Anayasa’nın ve kanunların kendisine tanıdığı “aday olma hakkına” karşı, çok şık bir şekilde açıklanmasa da, adaylığının açıklandığı andan itibaren, içeriden ve dışarıdan TBMM’yi çalıştırmamak üzere yapılan demokratik teamüllere aykırı müdahale ve boykotlardı. Özellikle bir önceki dönemde TBMM’de “şekillenen” muhalefet, genel kurul çalışmalarını boykot etmek ve kısmen askerî müdahalelerden medet ummak gibi bir yanlışa düşmüş ve erkene alınan 22 Temmuz genel seçimlerinde boyunun ölçüsünü almış oldu. AKP zihniyetini teslimiyetçi icraatları ve yolsuzluklar, uğursuzluklar üzerinden tenkîd etmek yerine Milletin manevî değerleri üzerinden vurmaya kalkanlar, bu yolsuzlukları anlatmak yerine AKP’yi milletin gözünde yeniden mağdur duruma düşürenler, vatandaştan çok güçlü bir sille yemekle kalmadılar, bu yüzden AKP’nin asla layık olmadığı yüzde 46.7’lik halk desteğinin de zeminini oluşturdular.
İşte 23’üncü dönem TBMM’de benim şahsî kanaatime göre “Anayasa çerçevesi” dâhilinde, Türkiye’nin 11’inci Cumhurbaşkanı artık seçilmiştir. “Sayın Cumhurbaşkanı” Abdullah Gül, bundan böyle “Anayasa’ya, özellikle değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine bağlı kaldığı müddetçe” her Türk vatandaşı gibi benim de Cumhurbaşkanımdır.
Ayrıca kendisinden öncekilerden de zihniyet olarak pek bir farkı yoktur. Yani o da tıpkı Kenan Evren gibi, Süleyman Demirel gibi, Ahmet Necdet Sezer gibi ABD’yi “müttefik ve stratejik ortak”, AB’ye (ne pahasına olursa olsun) üyelik hedefini “40 yıllık devlet politikası” olarak görmektedir.
Allah (cc) nasib ederse devam edeceğiz...  

Yazarın Diğer Yazıları