Aksaçlılar Meclisi

Ahmet Haldun Terzioğlu’nun kitaplarını Ankara Otogarı Aşti’deki kitap raflarında görür, ilgilenmezdim. Sonra facebook’ta arkadaş olduk Terzioğlu ile. “İmzalayıp kitap göndermek gibi bir âdetim yoktur ama Ahmet Aytaç’ın ülkücülere dair romanına yazı yazdığınız için hatırlatıyorum kitaplarımı” diyerek kitaplarına çekti ilgimi.
Geçen hafta Ankara’daydım parti işleri için, Terzioğlu’nun Kasım 2013 baskılı “Aksaçlılar Meclisi/Devletin Bekçileri” (Kripto Yayınları) adlı kitabını aldım ve kana kana okudum.
Nazım Hikmet’in kitaba dair iki sözü vardır, bunlardan birini kardeşim Macit Gürbüz’ün “Kaç Pe Ke Ke’li Ölmüş Abe” adlı kitabına yazdığım sunuş yazısında kullanmıştım, her ikisini ise bu kitap için kullanacağım. Önce o sözler:
“Kitap rüzgâr olmalı, perdeyi kaldırmalıdır/Kitap kamber tayı olmalı Şah İsmail’in/Seni sırtına alıp/Devlerin üstüne saldırtmalıdır.” 
“Davası olan kitap, kavgası olan kitap demektir. Kavgasız kitap hareketsiz kitaptır, hareketsiz kitap ise ölüdür.” 
Terzioğlu’nun bu kitabı, kavgası olan bir kitap, davası olan bir kitap, insanı sırtına alıp devlerin üstüne saldırtacak bir kitap.
Davası Türklük bu kitabın, kavgası Türklük, saldırttığı devler Türk düşmanları. 
“Dünyaya düzen vermek için yaratılmış Türk ırkı” yörüngesine oturtuyor romanının ana fikrini... Usta bir kurgulama ile Mete Han’ın döneminde oluşturulan “devletin bekçileri” dizgesini, bugüne getiriyor Terzioğlu, olması gerekeni ayrıntılıyor doğru verilerle. Bunu yaparken tarih ve Türklük dersi de veriyor sıkmadan ve didaktizme kaçmadan. Güncel tartışma konularını da romanın kurgusunu bozmadan dolgu malzemesi olarak sunuyor. Bu dolgu malzemesi, temel öge oluveriyor çoğu kez, böylece okur, tarihle bugünün karşılaştırmasını yaparak yeni bireşimlere ve yargılara varabiliyor. Osman Pamukoğlu Paşa’nın “Yazmak geleceği görmektir. Kitaba bak ve öğren” özdeyişi de işte burada daha bir anlamlanıyor, somutlaşıyor.
Senaryo olmaya son derece uygun bir roman “Aksaçlılar Meclisi”, dilerim olur, film de olur.
Bir de dostuma, kardeşime rastladım bu romanda. Ergenekon’dan Çıkış Tablosu görülüyor romanın bir sahnesinde, tablonun altında “güçlü” imzası var. Bu güçlünün “değerli büyüğü Haluk Güçlü” olduğunu belirtiyor Yazar. Haluk Güçlü’yü, Erzurum’dan tanırım, biz Ülkü Ocaklı iken Haluk ve bir grup genç “Genç Ülkücüler Teşkilatı”nı oluşturuyorlardı. O gençlerden 3-4 tane güçlü ressam çıktı. Haluk’un Ergenekon’dan Çıkış Tablosu’nu biz 1975 yılında, Erzurum’dan getirterek MHP Kurultayı’nda Başbuğ Türkeş’e armağan etmiştik. Bu büyük tabloyu iki kişi taşıyordu, biri bendim. Sonra Haluk’la 1983 yılında Sarıkamış’ta karşılaştık, yedek subaydı, orada da sık sık görüştük. Genç denilebilecek bir yaşta yitirdik onu, Tanrı durağını uçmak etsin.
Evet romana dönelim yeniden. Kan’ın kımıza katılarak ant içilmesi törenine gidelim. “Ant içme” deyimi, anayasamızda bile vardır ya, “içme” deyiminin tarihsel kökenini ve derinliğini pek kimse bilmez bu meraksızlar ülkesinde. Haldun kardeşim, bunu heyecan verici bir biçimde ve hünerle betimlemiş. 
Bu kitaptan çok imge, olgu ve olay kalacak belleğimde ve bir de birçok şiire bedel bir söz kalacak. O sözle bitsin sözümüz “Bir Türk yitince Tanrı Dağları ağlamaz mı?”

Yazarın Diğer Yazıları