"Ankara Yazı" da mı ısıtmadı yüreklerinizi!

Dönemin Başbakanı, 2010 yılında yapılan referandumda milliyetçilere "evet" dedirtmek için, partisinin grup toplantısında, kürsüden gözyaşları içinde "o mektubu" okuduğu için olmalı;

TRT, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ilk idam edilen iki gençten "ülkücü" olanı (Sıkıyönetim Mahkemesi Hakimi Ali Fahir Kayacan -suçsuzluğu bilindiği halde-  aynı gün idam edilen sol görüşlü Necdet Adalı'ya denge olsun diye kıydıklarını itiraf etmişti) Mustafa Pehlivanoğlu'nun, darağacına çıkmadan evvel kaleme aldığı mektuptan ilhamla çekilen "Ankara Yazı-Veda Mektubu" filmini de "Türk Sinemasının yüzüncü yılı ve TRT'nin ellinci yılı onuruna TRT TV filmleri projesi" kapsamına aldı.

Bunu anlayabiliyorum.

Ufukta yine bir referandum var ve yine "hayati" önemde "milliyetçi oylar."

***

Katıksız bir "ülkücü", "ülkü ocaklı" olan Mustafa Pehlivanoğlu'nun hatırasını, her bir ülkü ocaklı gencin yüreğine "vasiyet" olarak arşivlediği o mektubu "kutlu bir emanet" saydığından, "elin" elinde olur ya halel gelir endişesiyle ama en çok da Mustafa "ülküdaşlarım ellerini hatırımdan çekti mi" diye kederlenip de cehenneme döndürmesin cennetini diye olmalı;

Adana Büyükşehir Belediyesi'nin "ülkücü", "ülkü ocaklı" başkanı, bağcıyla uğraşmadan "bu bağın üzümü ülküdaşlarımın hakkı, helali" deyip, Altın Koza A.Ş. aracılığıyla filme elinden gelen ne varsa, imkânları dahilinde, hatta zaman zaman imkânlarını da zorlayarak katkı sağladı.

Bunu anlayabiliyorum.

***

Çok başlı, çok ortaklı, çok amaçlı(!) olduğundan olmalı;

"Bizim bile" son gün, son dakika, kuru bir telefonla haberdar edildiğimiz galadan itibaren başarısız bir "PR(!)" çalışmasıyla kendi kendini köstekledi.

Bunu bile anlayabiliyorum.

Ve fakat... Ben böyle bir filmi, İstanbul'un göbeğinde, büyük bir alışveriş merkezinin, büyük bir salonunda niye toplamda 4 kişilik bir seyirci grubuyla izledim işte bunu anlayamıyorum!

***

Herkes kendi baktığı yerden sayısız bahane üretebilir mutlaka... Yine de soruyorum:

Bunların hiçbiri, o salonda, Mustafa'nın hatırasının boynu bükük kaldığı gerçeğini, o körpecik boynunun, o yağlı urgandan sonra bir kere de kendi "ülküdaşları" tarafından kırıldığı gerçeğini değiştirir mi?

Bir ülkenin koca 14 yılını "hain" dediğimiz, "gafil" dediğimiz, "teslimiyetçi" dediğimiz, "taşeron" dediğimiz bir zihniyete hediye etmiş bir nesiliz biz! Şimdi bir 10 TL'yi ve topu topu bir buçuk saati mi esirgiyoruz yani? "Başımın gözümün sadakası olsun" demeye değmez mi, en azından "Mustafa Pehlivanoğlu'nun son mektubunun gişe hezimeti" manşetlerini engelleyecek olmanın vicdani rahatlığı?

Kaldı ki... "Veda  mektubu"nun, ülkücüleri "Mustafa'ların ölmeyeceğine" iman ettiren "Şunu hiçbir zaman unutmasınlar ki, Mustafa'lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır..." cümlelerini duyamıyor olsak da, inanın bana Mustafa'yı iliklerinize kadar hissediyorsunuz filmin her anında. İpek Tuzcuoğlu'nun yeteneğine sağlık; "Zeynep anne" her ağzını açtığında "bugüne" tokat oluyor sözleri adeta... Geçtiğimiz yıl -AKP'liydi yapımcısı, üstelik Ankara Yazı gibi "kamu projesi" değil "ticari" bir eserdi; doldurmuştunuz salonları- Kafes'i izledikten sonra "hem ideolojik hem de sinema sanatı açısından bir sürü muhalefet şerhim var ama daha iyisinin yapılabilmesinin kapısını aralar" diye desteklediğimi belirtmiştim. Ankara Yazı-Veda Mektubu sinema dili, tekniği, oyunculukları; her şeyiyle Kafes'e tur bindirecek kalitede. İdeolojik kıyasa girmeyeceğim çünkü bir "dava"nın değil, Mustafa'nın uğradığı haksızlığın, hukuksuzluğun hikayesi... Mustafa'yı kahramanlaştıran; bunu ideolojisini dışlamadan, saklamadan, onunla bütünleştirerek yapan "hayatın doğal akışı" içinde seyreden bir film. Her kesimden insan izlerken Mustafa'yı bağrına basabilir; tıpkı bugüne kadar bir toplumu "darağacında üç fidan"a ağlatan yapımlar gibi, yani "eksikliğini hissettiğimiz" türden de bir iş aslında.

***

Filmde Zeynep annenin, Mustafa'nın suçsuzluğunu bildikleri halde "şahitlik"ten kaçan mahalleliye kafa tuttuğu bir sahne var. Namaz vakti camiye dalıyor; imamın "namahrem" ikazına aldırış etmeden "cemaat"in yüzüne haykırıyor:

- Kaç rekat namaz örter bu ayıbınızı? Kat kat toprak saklar?

İzlerken kalbimden geçeni olduğu gibi yazıyorum kim ne anlarsa anlasın:

Kaç olağan, kaç olağanüstü kongre, kaç ihraç, kaç imza örter son tahlilde ülkücülerin çil yavrusu gibi dağılıyor olduğu, ayrışıyor olduğu gerçeğini? Kaç "politik zafer" hükümsüzleştirebilir bunun vebalini?

"Ben olsam"lı cümleleri sevmem oldum olası ama demeden bitirirsem borçlu sayarım Mustafa'ya kendimi:

Ben MHP Genel Başkanı'nın yerinde olsam, alır ülkücü şehitlerin ailelerini, gözyaşlarımın onlarınkine karışmasına izin vererek izlerim bu filmi... Ben Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanı'nın yerinde olsam, bugün üniversitelerde benzeri tehditlerle yüz yüze olan öğrencileri de yanıma alır izlerim... Ben MHP Genel Başkanlığı makamına talip olanların yerinde olsam, "peşimden sürüklediğimi iddia ettiğim kitleleri" alır ve kanıtlarım "ahde vefa" iddiamı... "Zamanlaması kötü" diyorlar; bundan âlâ zaman mı olur!

Mustafa da "hakem" olamayacaksa "kardeş katli"ne doğru sürüklenen bu kör döğüşüne; Ankara Yazı bile ısıtamayacaksa buz tutan yüreklerinizi; iflah eder mi sanıyorsunuz o kongre salonları, o tribünler bir daha sizi!

Yazarın Diğer Yazıları