Anneler ve oğulları...

Anneler ve oğulları...
"Çoğu insan başkasını aşağılamak isterken, aslında çukura kendini düşürdüğünü anlamaz."

Annem yıllar önce ortanca biraderin evlendikten birkaç yıl sonra ayrı evde yaşama isteğine asla anlam verememişti. Evlenen oğlunun eşiyle baş başa yaşama hakkı konusundaki teorileri biliyordu annem. Ama bu hak hiç

de hoşuna gitmiyordu. Dilden kabul eder görünse de içinin derinliklerinde, ciddi bir kırılmışlık, terk edilmişlik duygusu vardı. Hiç sönmedi aslında bu kırgınlığın korladığı ateş. Bir kaç kez sitem etmişti bana bu konuda. Hatta arabuluculuk yapmamı bile istediğini anımsıyorum. Peki, ama ne diyeceğim biradere anne? Sana da bu onun hakkı demem şart! Yine de ikna edeceğini umduğum elli tane teori sıraladım annemin karşısında. İşe yaradı mı peki? Asla. Zira hayata temel bakış açısını değiştirecek değildi, benim “çağdaş” teorilerim yüzünden. Öylesine bakıyordu bana. İnanmıyordu... İki ev var diyordu. Yanımda kalsınlar. Baban, ben, kardeşin, karısı ve bir kızı... Ve iki ev... Nereye sığamadılar? Bana hizmet etmelerini istemiyorum. Benimle masrafları daha az olur. Toruna bakarım. Zamanı gelince de (ki bu zamanın gelmesini

asla istemiyordu tabii ki) kurarlar kendi yuvalarını. O anneydi ve oğlu onu terk etmek istiyordu! Annemin dedikleri bunlardı ve dediği de dedikti... İşyerinde yüz hatlarındaki hoş gülümsemeye alıştığımız kırklı yaşlardaki kadını o gün hüzünlü gördüm. Yürek yakan bir şarkı dinliyordu ve ağlamak üzereydi. Ne olduğunu sordum. Oğlu evlenmiş ve evden ayrılacakmış. Onu teselli etmeye çalışırdım elbette. Ancak o anda çok uzaklara gittim birden. Anneme... Ve işi makaraya sarıp, kadının acısını birazcık olsun hafifletmeyi umarak ayrıldım mekandan, elimdeki çay dolu ince belli bardakla...

OKUYUNUZ

 

“Küçük adam”ın çektiği sıkıntılar, maruz kaldığı eşitsizlik ve acılar bu uzun öykünün başkahramanı Akakiy Akakiyeviç’in hayatı üzerinden yalın bir gerçekçilikle anlatılıyor. Böylesi bir anlatım, her ne kadar dönemin Çarlık Rusya’sında büyük tepki alsa ve Gogol, Rus insanını aşağılamakla suçlansa da, Rus edebiyatında büyük bir çığır açıyor. Hem, “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” dememiş mi büyük usta Dostoyevski...

 


 

BEYEFENDİ

Aydede şahidim olsun ki!

Uzun yürüyüş gecesiydi, Kadıköy Moda sahilinde. Bacaklarında ufaktan ağrılar başladığında bir banka attı kendini. Dolunay zamanıydı ve aydede sanki dünyaya düştü düşecekti. Gece sihirliydi. Ama o gün incinmişti. Verdiği onca emeğin hiçbir işe yaramadığını belki yüzüncü kez tecrübe etmişti. Gözlerini kapatıp dalgaların sesiyle dalıverdi geçmişine, şimdiki zamana, geleceğe, tasarlamaktan çekindiği ihtiyarlığına... Bunca zaman dedi içinden, lafı anlamayacaklara konuşup durdum. Her meseleyi herkesin anlayabileceği kadar açık, yalın, net bir dille anlatmayı öğrendim, ama derdimi anlatamadım yine de. Kafası basmayan, düşünmeyen, kendini eğitmeyi reddeden, ne çok beyinsizle cebelleşip durmuşum ben. Kitap okumamakla övünen insanlarla memleket meselelerini konuşmuş, çivinin bile giremediği beton kafalara laf anlatmaya çalışmışım. Zekana asla saygı göstermeyen, beyinsizliğiyle zamanını alan nice insanı taşımışsın sırtında. Gözünü açıp bir ara denize baktı. Ve devam dedi... Susması gereken yerde bağırıp çağıran, konuşması gereken yerde diyecek tek lafı olmayanlarla yıllarca boğuşmanın gereği neydi acaba? Seni anlayacak insanları bulmak yerine, asla bunu başaramayacak olanların ömründen çalmasına niye izin verdin? Kendine bile faydası olmayanlardan ne bekledin? Sana asla acımayan ve acımayacağını her haliyle belli eden tiplerle işin neydi? Nasıl bir vicdan taşıyordun ki, iki sahte gözyaşı bile kandırmaya yetti seni? Bunca beyinsiz oduna neden örseletip durdun kendini ey fani? Böyle olmaz, böyle gitmez, yaşlılığa böyle giremezsin dedi sonra... Ve bir söz verdi kendine gece vakti, aydedenin şahitliğinde. Sıkı bir söz... Uzak duracaktı bu tayfadan. Kendine döndü. Kendini daha iyi tanıdı. Üretti. Kaliteli bir yalnızlık inşa etti. Anladı ki, artık daha keyifliydi hayat ve mutluydu...

 FOTOHABER

 

Gülhane Parkı’nda birkaç gün önce. Öğle saatleri. Ulu ağaçların gölgelediği yolda seke seke ilerliyor 7-8 yaşlarındaki küçük kız. Sanki büyümüş, hayatı yutmuş ve yeniden küçülmüş gibi. Mutlu, çünkü bir balonu var. Her küçük gibi onun da şah oyuncaklarından, sevgililerinden biri balon. Mutlu olması için bir balon bile yetiyor ona. Fotoğraf sanatçısına poz da vermiş değil hani... Doğal bir halle yandan hafiften geriye bir bakış atıyor... Ve ciddiyetle harmanlanmış, belli belirsiz bir gülümseme var yüz hatlarında...