Asık suratlı, sert bakışlı annem

Anneler Günü Türkiye'de 1955 yılında kutlanmaya başlandı. Hürriyet gazetesi Yılın Annesi'ni seçerek olayı geniş kitlelere benimsetti. Zaman içinde hemen her yayın organı ve kimi kuruluşlar da aynı yola girdiler. Hafıza taraması yapınca aklımda kalan tek anne, kızını ilkokul birinci sınıftan Hukuk Fakültesi'nden mezun olana kadar sırtında taşıyan bir anneydi bu.

Bugünlere gelince, seçim iyice zorlaştı. Aday sayısı hayli fazla. Bana göre şehit annelerinin tamamı "Yılın Annesi". Bu unvanın hepsine yakıştığına inanıyorum.

O Ses Türkiye yarışmalarına dikkat edin. "Annem" adlı besteyi söyleyip ikinci tura geçmeyen yarışmacı var mı? Hem de Hadise'nin gözyaşları içinde "Eveet" diye bağırışlarıyla. Onun da herkes gibi anne sevgisi büyük. Bunu her fırsatta belli ediyor, saklamıyor.

Gelelim benimkine

Fatih Kısaparmak'ın "O benim babam" diye tanımladığının dişisi benim annemdi. Görüntü olarak çok sertti. Beni hizaya sokmak için özel demir maşası bile vardı. Yanlış anlaşılmasın hiç kullanmadı. Hak ettiğimde bulunduğu yeri parmakla işaret ederdi.

Bir gün sokakta kağıt para buldum. Döneme göre fena değildi "50 TL." Koşarak eve getirdim. Sen misin getiren! Bir yandan Ataninem öbür yandan annem başladılar sorgulamaya. Hırsızlıktan yırttım. Bu defa daha ağır sorguya geçip, bunalttılar. "Bu para kimin?" diye üç kere bağırmış mıyım? "Hayır" deyince, diğer soruya geçildi. Muhtara niye vermemişim. Neticede bu para bulduğum yerin muhtarına teslim edildi. Öyle bir muhtar ki, "Deveyi havutuyla götüren cinsten". Ben de yediğim fırça ve bıktıran sorgulamayla çırak çıktım.

Saklanan sevgi

İlk gençlik yıllarım. Fener'deki eski Rum evindeyiz. Bir pazar sabahı. Maçımız var. Geleneksel kıyafetimle "Makosen, Amerikan cin pantolon ve tişört" evden çıktım. Kimliğimi unuttuğum aklıma geldi. O koca kapıyı onun kadar haşmetli anahtarımla açıp tekrar girdim. Ayakkabılarımı çıkarmaya üşendim. Taş bölümü geçip merdivenlere tırmanırken Pembe Panter gibi donup kaldım. Annemin Kafkas bakışları üzerimdeydi. Saniyelik tereddüt sonrası hüviyetimi kaparak geri döndüm. O bağırıyordu; "Bunları silene kadar benim canım çıkıyor". Kapıyı kapatırken son laflarını da duydum. Bu bir beddua idi. "Elin ayağın kırılsın". Maça çıktık. Henüz 20 dakika olmadan röveşataya kalktım. Rakip savunmadan biri altıma girip elleriyle de itti. Çakıldım. Çat diye bir ses duyuldu. Sağ kolum kırılmış, dirsekten de çıkmıştı.

Sonuçta çıkıkçı Berber İmdat'ın babasının yolunu tuttuk. Çifte arıza olduğundan onarımım fazla ıstıraplı geçti. Neticede un ve yumurtadan oluşan alçı benzeriyle operasyon tamamlandı. Sağ tarafım bembeyaz ve boynumdan askılı halde eve döndüm. Sol elimle kapıyı güçlükle açtım. Yine karşımda annem. Halimi görünce kireç gibi oldu. Boş bir çuval gibi yere yığıldı. "Ne oldu?" diye sorunca "Elin ayağın kırılsın dedin. Ben de öyle yaptım" karşılığını verdim. Başladı ağlamaya. Bir yandan da "Ağzım dilim tutulsaydı" deyip duruyor. Ve o gün ilk defa beni ne kadar çok sevdiğini anladım. Yüzündeki sertlik maskesi nihayet parçalanmıştı. Ona koştum sarıldım. Bu sefer birlikte gözyaşı dökmeye başladık.

Hastalıklar

Kalp zarı iltihabıyla başlayan rahatsızlıklar dönemi bizi zorunlu bir geçişe mecbur etti. Vefa Stadı'nın arkasındaki Koza apartmanına yerleştik. Düz ayaktı. Aslında Fener'deki sefertası benzeri 4.5 katta geçirilen günler güzeldi. Mahallenin kızlarını toplayıp çamaşır yıkatırdım. Hatta camları dahi sildiriyordum. Ben de yemek tarafını üstlenmiştim. Birkaç yıl sonra ben ayrı eve çıktım. Babamla kaldılar. Ama aramız yakın. Bir gün gazetedeyim, telefon çaldı. Fenalaştığı haberini verdiler. Hemen atlayıp gittim. Sırtlayıp Haseki Hastanesi'ne yatırdım. Geliş gidişlerde öncelik onundu. Konuşuyorduk. Moral veriyordum. Bir gece saat 22.30 civarında toparlanmaya başladım. Tam Haseki'ye çıkarken genel yayın müdürümüz Güneri Civaoğlu'nun seslendiğini işittim; "Burhan, bakıyorum erken tüyüyorsun". Ben de "Annem ağırlaştı, yanına uğrayacağım" cevabını verdim. Hastaneye girdim annemin yatağının yanındaki sandalyeye iliştim. Elini tutup "Anne ben geldim" dedim. O da tek gözünü açtı ve "Hoş geldin" demekle yetindi. Aradan bir dakika geçmemişti hafif bir titreme başladı. Eli düştü. Önce bileğini sonra boynunu kontrol ettim; kaybetmiştik.

Ertesi günü Edirnekapı Şehitliği'ndeki aile kabristanına gittiğimde gelenler arasında Güneri Bey'i gördüm. Belli ki bir gece önce söylediği sözlerden rahatsız olmuştu. Çok üzgündü. "Başın sağ olsun" diyerek sarıldı. Mihrimah Sultan Camii'nden verilen sela başlayınca yeniden ağladığımı hatırlıyorum.

Evet, benim "asık suratlı, sert annem"in canı yine rahmet istedi. Hayattaki tüm annelerin özel günlerini yürekten kutluyorum.

Yazarın Diğer Yazıları