Aylan bebek, kedi ve vicdan

Aylan bebek, kedi ve vicdan

3 Eylül 2015... 3 yaşındaki Suriyeli Aylan Kurdi, Bodrum kıyılarında yüzükoyun yatan cesediyle dünyayı sarstığı, ya da bizlerin öyle zannettiği zamanlardan geçtik. Ve daha nice Aylan bebek cesetleri vurdu kıyılara. Halen de vurmakta... Ve bu süreçte vicdanlı insanlar, yaşanan onca dram karşısında en yakınlarındaki insanların bile saf bir duyarsızlığa gömüldüğüne tanıklık ederek derin bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşayacaktı. Akıl erdiremiyorlardı, bu küçüklerin iç savaş yaşayan ülkelerinden kaçarak denizlerde boğulmaları karşısında körelen vicdanlara. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam etmelerini, eğlencelerin gırla gitmesini, bu dramların bitmesi için en küçük bir eylemde bulunmamalarını, bu işleri hiç de dert etmemelerini anlayamıyorlardı.

O zamandan, hatta geçmişten bu yana da diyebiliriz, bu fani de nice körelmiş vicdan sahiplerinin eylemlerine, söylemlerine tanıklık etmiştir. Aylan bebeğin başına gelen için, "Onlar da gelmeselerdi buraya, ne yapalım yani" diyeninden, "bu insanları ülkemizin başına bela edenler düşünsün" diyenine kadar epey tip tanıdım. Ve hiçbirinin ne ses tonunda, ne vücut dilinde merhametin zerresine tanık olmadım.

Ve tam da bu tipleri kendi hallerine bırakmışken, önceki akşam bir dost hatırlattı bu tipleri ve şöyle bağladı meseleyi:

"Tuhaf gelebilir sana, ama ben vicdan sorunu yaşayan bu tiplerin çoğunda hastalık derecesinde bir kedi sevgisi olduğunu gördüm usta..."

"Kedi ve insan seven merhametlileri dışarıda tutmak lazım elbette" dedim, "ama senin gözleminin doğruluk payı da yüksek ne yazık ki" dedim...

***

BEYEFENDİ

Ömür boyu kanayan yaralar

***

Tam 25 yıl geçti üzerinden diye söylendi sıkıntı içinde Beyefendi. Ama sanki her şey çok taze, daha dün olmuş gibi. Sanki ilk vurup geçtiğinde geride bıraktığı yoğun acı, hâlâ şiddetle dağlıyor. Yine günde en az elli kez aklıma geliyor. Yine yüreğim sıkışıyor. Ve bu anlarda yine gözlerimi kısıyor, yumruklarımı sıkıyor, derin bir soluk alıp vererek rahatlatmaya çalışıyorum hep kanayan dünyamı. Oysa en iyi psikiyatrlara gittim zamanında. Yapmamı istediklerini eksiksiz yerine getirdim sayılır. Sağ olsunlar dostların yardımlarını da yok sayamam. Ellerinden geleni yaptılar, beni normal bir adam haline getirebilmek için. Zaten dost dediğin de elinden geleni yapar, başka ne yapsın. Asıl direnmesi gereken benim. Zaferi kazanması gereken bendim.

Buzdolabına yollandı. Nereden aklına estiyse karadut şurubu alıp koymuştu oraya. Sulandırıp maşrapa kadar büyük bir bardaktan indirdi mideye. Biraz olsun ferahlattı tatlı su. Sonra tatlı yok birader dedi kendine ve gülümsedi.

Ardında kitaplara sardım dedi içinden. İnsanın iç dünyasındaki o karanlık dehlizlere inmiş yaralara neşter atan kitaplara... Faydası olmadı diyemem diye düşündü, bu yazana hakaret olur biraz. Zaman dedi sonra. Derdin en iyi ilacı oymuş. Acıyı bile olgunlaştırıp katlanılır hale getirirmiş derler. Ona yaslandım uzun zaman. Ve devam etti... Bunların tümümün faydası oldu elbette. Hâlâ hayattayım. Kör topal yaşayıp gidiyorum. Ama hâlâ içiminin derinliklerine bakmaktan korkmaktayım. Zira biliyorum ki, en küçük bir uyarıda, derhal kanamaya başlıyor yaralar... "Bu başka bir yara" dedi sonra, "peşimi bırakmayacak ve birlikte öleceğiz..."

***

İŞTE O KADAR

Bize yeni düşmanlar lazım, eskileri hayranımız oldu...

Duvar dibi yazısı

***

OKUYUNUZ

"Üstümüzde Gökyüzü Altımızda Deniz"

Avustralya, 1946. Yüzlerce genç kadın uzun bir yolculuğa çıkmak üzere. Onları İngiltere'de yepyeni bir hayat bekliyor. Nişanlılarına ya da kocalarına kavuşmayı iple çeken bu kadınların tek ortak noktaları, savaş zamanında kalplerini Avustralya'da konuşlanmış İngiliz askerlerine kaptırmış olmaları...

Jojo Moyes, kadının aşk dünyasında bir gezintiye çıkarıyor okuru...