Bizi nasıl yalvarttılar?

Yakın tarihi okuma üslubumuz ve hayat tarzımız, güncel hadiseleri algılama şeklimizi etkiliyor. Kavga ve çatışma kültürü üzerinden kurgulanan uluslaştırma süreci zihin dünyamızı ve buna bağlı olarak vicdanımızı da etkisi altına aldı. En küçük bir olayda bile  “gizli ve gönüllü toplum mühendisleri”  tarafından önceden tasarlanan kırılma noktalarımızdan çatırtı sesleri yükseliyor. Milletimizin ağırlık noktasının nerede olduğunu anlamayan ve anlamak da istemeyen egemen sınıf, çıkarları zarar göreceği için değişime direniyor.
Egemen zümre şimdiye kadar korkular üzerinden bir dünya inşa etti. Böylece kardeşinden, komşusundan, halkından, milletinden korkanlar kendilerine sığınacaktı. Ne de olsa denize düşen yılana sarılırdı. Sünnilerle korkutulan Aleviler, Türklerle korkutulan Kürtler, dindarlarla korkutulan laiklikçiler, hatta darbecilerle korkutulan liberaller bile onlara (hakim zümreye) sığınmak zorunda bırakıldı. Korkular öyle derinleştirildi ki, çoğunluk azınlıktan çekinir hale geldi. Çaresizlik içinde kalan solcu, dindar, milliyetçi vb. gruplara bölünen insanlarımız korunma refleksiyle sağa sola koşuştururken gözleri buğulandığı, zihni bulandığı için gerçekleri göremiyordu. Herhangi birisi sandıkta çoğunluğu yakalayacak seviyeye geldiğinde iktidar koltuğuna da oturtuluyordu. Ancak o makamlara geleceğine hiç ihtimal vermediği için hazırlıksız yakalanıyor ve sonuçta kuklalaşıyordu.
Yönetimi  “halkın temsilcileri”  ile paylaşanlar, bu iktidar partilerini ya korkutarak ya da zaaflarını kullanarak rahatlıkla ikna ediyordu. Çünkü insanlarımız başa çıkılması imkansız süper güçlerin ülkeyi kıskaca aldığına ve kurtarılamayacağına bir kez inandırılmıştı. Böylece büyük oyun kaldığı yerden devam ediyordu. Korku yönlendirilebilir bir duygudur. İtaat ve saygıya olduğu kadar öfke ve hayranlığa da dönüştürülebilir. Oysa bizim asıl düşmanımız cehalettir, zorluklardır ve ihtilaflardır. Bilgisizlik, devlet aklının eksikliği, zaaflarımız ve en önemlisi sevgiyi ihmal ettiğimiz için en basit şeyleri dahi başaramadık.
300 yıl öncesinden 1990’lara uzanan sürece bakalım; Türkiye’nin hangi problemi çözüldü? Eğitim, ulaşım, sağlık vs. bir arpa boyu olsun yol alınabildi mi? Lisansı, patenti bize ait numunelik olsun bir tane sanayi ürünümüz var mı? 1950’lere geldiğimizde Türkiye’nin en önemli problemlerinden birisi bırakın ince işçilik gerektiren toplu iğneyi bildiğiniz kaba nal mıhıydı.1956 yılında Başbakan Menderes Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a yazdığı şifreli mesajda Amerikan İktisadi Yardım Başkanı ile görüşmesini anlattıktan sonra altını çizerek 1955 senesinde 734 ton nal mıhı ithal edildiğini kaydediyordu. Çünkü o yıllarda askeri ve sivil ulaşım büyük oranda ’katırize’ metotla sağlanabiliyordu.
Hiç kendimizi kandırmayalım, İngiliz ve Amerikan yardımlarını biz kendimiz davet ettik ve kredi açılması için yalvardık. Başbakanlık arşivlerini açıp bakın, o çok kızdığımız yabancı heyetler bizim bitip tükenmek bilmeyen yardım taleplerimizden nasıl da yaka silkmişler. Ülkeyi yönetmekten, milli kaynakları faaliyete geçirmekten aciz kalanlar, beceriksizliklerini gizlemek için iç kamuoyunda şikayetçi gibi görünerek Amerikan ve İngiliz hükümetlerinden yalvar yakar yardım dilenmiş, IMF’nin, Dünya Bankası’nın kapısında âdeta sıraya girerek nöbet tutmuştur.
Hemen her kesim gücü kısmen ele geçirince liyakate dayanan bir sistem kurmak yerine eşini, dostunu, yakınlarını önemli noktalara getirmiş, işsiz kalmasın veya biraz daha nemalansın diye parası bol makamlara atamıştır. Muhalifler ise Doğu’ya sürülmüş, oy vermeyenler devlet hizmetlerinden uzaklaştırılmıştır. Ekonomik geri kalmışlığın ve şimdilerde çok şikayet ettiğimiz terörün de en önemli nedenlerinden birisi sözde Allah rızası yahut vatanseverlik adına yapılan adam kayırma ve sürgünlerdir.  “Yandaşım doğuda sefalet çekmesin”  diyerek kaliteliler merkeze çekilirken ötekiler cezalandırma niyetiyle memleketin ücra köşelerine gönderilmiştir. Şimdi ektiğimizi biçiyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları