Bizim mahallede tuhaf haller...

Bizim mahallede tuhaf haller...

Yazı, çizi, edebiyat, iletişim, sanat vs... Tuhaf insanlarla doludur hayatın bu alanı. Elini sallasan, işini ciddiye almayan, başkalarının emeğine zerre saygısı olmayan, kibirli, nobran, cahil, kendinden başka kimseyi beğenmeyen tiplere çarpar. Ama maşallah, hepsi de pek ermiştir ve her şeyi nasıl da bilirler...

Şimdi bu kelamı niye ettik?

Sizi aşağıdaki satırlara davet etmek için elbette...

Buyurun okuyalım birlikte...

Bir arkadaşımız 80'li yılların başında Paris'te staj yaptığı sıralarda, önemli bir sinema dergisinin genel yayın yönetimiyle röportaj yapmak istiyor. Röportaj, ofis yerine banliyöde bir evde gerçekleşiyor, zira yayın yönetmeni engelli. O dönemlerde internet yok, hatta video bile yaygın değil. Yeni filmleri izlemek için tek seçenek, sinemaya gitmek. Arkadaşımız, bir filmden diğerine koşturmanın zor olup olmadığını soruyor, film eleştirileri de yazan yayın yönetmenine. Aldığı yanıt hayli ilginç: "Her filmi izleyemiyorum tabii, ama fikrine güvendiğim arkadaşlara anlattırıyorum, üzerine derin bilgi birikimimi ekleyip, eleştirileri yazıyorum."

Bir zamanların ülkemizdeki en önemli müzik eleştirmenlerinden biri, AKM'de izlediği bir piyano resitalini yazıyor. Piyanist, dergi yöneticisine yazıyla ilgili teşekkür telefonu açtığında, utana sıkıla küçük bir not düşüyor: "Yalnız resitalin programı teknik nedenlerle değişmişti. O yazıda belirtilen eserlerin hiçbirini çalmadım ben."

2004 yılıydı. Eşleri tarafından aldatılan erkeklerin psikolojisini konu alan bir romanım yayınlandı. Okurun ilgisi beklentimin çok üzerindeydi. Kitap sayesinde hayatın bu alanında yara almış çok sayıda erkekle tanıştım, konuştuk, dertleştik. Aldatıldığı için intiharı bile düşünmüş insanların bir daha düşünmesini sağlamış, dediklerine göre bizim roman. Ancak eleştirmenin biri kitabımı "Cinsellik" kategorisine sokmuş. Hazrete doğrudan sordum:

"Usta benim romanı okudun mu sen?"

"Hayır" dedi, "bizim çocuklar bakmış."

Orta şiddette bir kahkaha atarak kapattım telefonu.

İşte böyle dostlar... Biraz dertleşelim dedim de...

***

BEYEFENDİ

Hayatın sillesi ve güzel insan

O gün hava kapalıydı. Dahası yağmur da vardı, ama hiç hazzetmediği ahmak ıslatan cinstendi. Kaputunun yakalarını kaldırıp evden çıkacaktı ki, aklına kahve düştü. Telefonunun saatine baktı. Nefis Türk kahvesi için 15 dakikasını ayırabilirdi. Kokusuna bayılırdı kahvenin ve şimdi önünde sehpanın üzerindeydi, ilk yudumu aldıktan sonra teşekkürlerini gönderdi kahvenin kaşifine. Hazır vakit varken diye düşündü, bir de sosyal medyaya uzansam. Tanıdık birinden bir gönderi takıldı gözüne. Güzel insanlardan söz ediyordu. Okudu:

"Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş, romantik ve anarşist olan insanlardır… Bu kişiler, yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar…

Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar, oluşurlar…"

Elisabeth Kübler'in ettiği bu anlamlı kelamı bir daha okudu.

Güzel insanların nitelikleri konusunda yazarla aynı görüşte olduğundan kuşkusu yoktu. Kendinden çok şey bulduğunu düşündü yazarın bu üç cümlesinde. Delimsek, çılgın, dizginsiz, sınırları olmayan bir hayat yaşamıştı zira. Ama bir sorun vardı yine de. Hatta iki... Demek ki  dedi içinden doğuştan güzel insan yoktur demeye getiriyor yazar. Hayır dedi, genetiğin rolü tümüyle yadsınamaz. Bir fani doğuştan iyi özelliklere sahip olabilir. Kesin bir gerçeklik, sarsılmaz bir tez değil elbette, ama "olabilir."

İkincisi ise gerçekten yaman bir şey diye söylendi fincanın dibindeki telveyi bile yudumlamaya çalışırken. O son cümle: "Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar..."

Kahvesini bitirdi. Mutfağa bıraktı fincanı. Evden çıktı. Kapıyı kilitledi. Şemsiyesini açtı. Bahçe kapısını da ardında bırakırken mırıldandı:

"Nasıl mı oluşur güzel insanlar?"

Yanıtı da kendisi verdi Beyefendi:

"Hayattan dayağı yiye yiye usta..."

***

İNSANCA

5 yaşlarında Suriyeli bir çocuk. Geçenlerde bir metrobüste uyuyakaldı. Ve onu görüntüleyen bir vatandaş şöyle dedi: "Elindeki mendili satmaktan ziyade ayak üstü kestirmek gibi hali vardı. Başını genç bir arkadaşın dizine koydu, arkadaş tepki vermedi. Duygulandım. Kötü bir gece geçirdiği belliydi, uyayacak yer arıyordu. 10 dakika uyudu ve metrobüsten indi..."

Vicdanı olan için devasa bir kareydi bu, olmayan içinse hiçbir şey...

***

OKUYUNUZ

60'lı yılların en önemli deneysel romanlarından sayılan "Görkemli Kaybedenler" Leonard Cohen'in cüretkar, bir o kadar da serkeş romanıdır. Bir yüzleşmedir. Kanada'nın Hıristiyanlaştırılması, Cizvitlerin din uğruna yaptıkları, Kızılderililere yapılanlar üzerinden genel insanlık tarihinin utanç verici yüzü… Bütün bunları azize sayılan Mohawk kızı Catherine Tekakwitha'nın öyküsüyle birleştirip bir aşk üçgenine yerleştiren Cohen, anlatı tarzıyla okuru hüzünle gülümsetebiliyor...

***

İŞTE O KADAR

Ayıyı köye muhtar yaparsanız, iyi armudu rüyanızda görürsünüz.