Cemaat sanık, hükümet itirafçı!

Bu köşede 28 Şubat’ın bir NATO operasyonu olduğuna dair birçok yazı kaleme aldım. Dileyenler, NATO’nun 1994’te “Akdeniz Diyaloğu” programı kapsamında başlattığı sürecin gelişimini anlattığım, 27 Eylül 2013 tarihli ve “28 Şubat’ın NATO Cephesi” başlıklı yazımı okuyabilir. Soğuk Savaş sonrası yaşanan “belirsizlik dönemi”nde, NATO, tehdit konseptinde pusulasını Kuzey’den Güney’e kaydırmış, Türkiye de  “Kuzey Kanat Ülkesi” olmaktan çıkarılıp “Cephe Ülkesi” konumuna yükseltilmişti. Ülke siyaseti ise sağ-sol kamplaşmasından irtica-laiklik kutuplaşması ekseninde yeniden dizayn edilmişti. Böylece Güney’deki Müslüman ülkelere yönelik muhtemel bir harekata dini nedenlerle karşı çıkabilecek politik ve askeri kadrolar da tasfiye edilmiş oldu.
Uluslararası operasyonların yerelde bir karşılık bulmadan başarılı olması düşünülemez. Elbette dünya yeniden kurulurken Türkiye kamuoyu da bundan doğal olarak etkilenecekti. 1994’te RP’nin İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde belediye başkanlıklarını kazanması süreci tetiklemişti. Batı Çalışma Grubu’nun yayınladığı sözde bilimsel projeksiyonlara göre İmam Hatip Lisesi mezunları ve irticai eğilimli kişiler 5-10 sene içerisinde ülkeyi ele geçirecek ve Türkiye şeriatla yönetilmeye doğru sürüklenecekti. Ancak büyük bir tehdit sanılan Milli Görüş’ün lideri, basit bir korku psikolojisi (PH) harekatı karşısında direnemeyerek görevi bıraktı, partisi gazete kupürleriyle kapatıldı, ülkedeki en büyük STK durumundaki Milli Gençlik Vakfı’nın mal varlıklarına, türevi AKP’nin iktidarı sırasında (2004) el konuldu.
Milli Görüş hareketinin oy oranının 2002 genel seçimlerinde yüzde 2,5’a düşmesi irtica tehdidinin Türkiye’de algı operasyonları ile nasıl kolayca maniple edilebildiğini gösteriyor. Tayyip Erdoğan’ın partisinin oy patlaması yapması ise  “Milli Görüş gömleğini çıkarmasının” ardından gerçekleşti. Köksal Toptan’ın 1993’te DYP Genel Başkanlığı adaylığı sırasında kullandığı “Muhafazakar Demokrat” elbisesi Yalçın Akdoğan’ın kreasyonunda yeniden tasarlanarak merkez sağın liderliğine soyunan Tayyip Erdoğan’ın üstüne giydirildi. 
Bugün 28 Şubat post-modern darbesi mahkemede yargılanıyor ancak davada tutuklu sanık kalmadı. Sanıkların tutukluluk hallerinin son bulmasının en önemli gerekçesi, Refahyol iktidarının büyük ortağının kendilerine askeri cenahtan zorlama yapılmadığı biçimindeki ifadeleri oldu. Batı Çalışma Grubu’nu (BÇG) kurmakla suçlanan sanıklar, Refahyol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın  “28 Şubat Postmodern Bir Darbenin Anatomisi” ve şimdilerde hükümet destekçisi Aslan Değirmenci’nin, “28 Şubat’ın İstihbarat Ağı” gibi kitapları delil göstererek beraatlarını istediler.
Sanıkların savunmalarında kullandığı temel argüman, merhum Necmettin Erbakan’ın askerler tarafından tehdit edildiğine yahut baskı altına alındığına dair tek bir kaydın bulunmaması, aksine Kazan’ın kitabında 28 Şubat’taki MGK toplantısının karşılıklı saygı ve nezaket çerçevesinde gerçekleştiğinin açıklanmasıydı. Gerçekten de MGK, BÇG ve Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu kararlarının hepsinin altında Refahyol üyelerin imzası vardı. Ayrıca kişilerin mağduriyetine yol açan kararnamelerde herhangi bir askerin parafı dahi bulunmuyordu.
Son yıllarda askerlerin de içinde bulunduğu büyük soruşturmalarda sorumluluğu paralel yapıya bağlayan, kandırıldıklarını ve kullanıldıklarını itiraf eden Erdoğan hükümeti çok sıkışırsa 28 Şubat darbesini de cemaatin üzerine yıkabilir. Tarihi gerçekleri alt üst ederek 27 Mayıs müdahalesini dahi paralel yapıya bağlayan hükümet, aslında vahim bir noktaya doğru sürüklendiğinin farkında değil!
Siz bu satırları okurken 28 Şubat mağduriyetinin getirilerinden yararlanmak isteyen hükümet, Hizmet Hareketi’ne yönelik kapsamlı bir soruşturmanın fitilini ateşlemiş olabilir. Hükümet, 30 Mart sonrası başlayacağını ifade ettiği cemaate yönelik örgüt davasını, yayınlanan dinleme tapelerinden sonra gündem değiştirmek amacıyla bugüne çekebilir. Ancak yolsuzluk soruşturmalarından kurtulmak niyetiyle özel yetkili mahkemeleri kaldırdığı için kendi elini de zora soktu!
Hepsinden önemlisi, cemaate yönelik örgüt davasında; “çete, darbe girişimi ve casusluk” suçlamalarının kullanılacağı belirtiliyor. Bu durumda hükümetin kendisini de yargıya teslim etmesi lazım geliyor. Çünkü bilmeden bu suçlara iştirak ettiğini, kullanıldığını ve kandırıldığını açıklamasına rağmen cezai sorumluluktan kurtulması mümkün değil! İtirafçılık ve etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanması için suçtan kimsenin zarar görmemesi gerekiyor. Oysa hem askeri bürokrasiden hem de terör örgütlerinden çok sayıda sanık veya mahkum davaya müdahil olabilir. Bu durumda paralel yapı mensuplarının alacağı ceza belli bir oranda hükümete de yansıyacaktır. Bakalım hükümet kendisini yargılayabilecek mi?

Yazarın Diğer Yazıları