Dolma yarım ekmek tam

Haliç kıyılarının fabrikalarla, gemi yapım/bozma yerleriyle dolu olduğu dönemleri bilirim. Örneğin Köprübaşı'nda iki yağ fabrikası vardı. Salat Trakya'ya taşındı, hâlâ yaşıyor. Türkiye'nin ilk özel tuz firması Billur Fener'deydi. Burayı seçmelerindeki sebep ise nakliyenin denizle yapılmasıydı. Ayvansaray'da en önemli ağaç tekneleri imal edilirdi. Eyüp'te pek çok dokuma/tekstil firması vardı. Mesela Topbaşlar'ın(Konya/Kadınhanı) Bahariye Mensucat'ı buradaydı. Defterdar'daki askeri dikim evi Feshane en ünlülerindendi.

Alibeyköy'e uzanan hatta demir-döküm fabrikaları kurulmuştu. Biraz ilerisinde dönemin en ünlü sucuk firması Apikoğlu kardeşler mevcuttu. Unkapanı hattına dönersek Cibali'de Tekel'in sigara fabrikası vardı. Şimdilerde Kadir Has Üniversitesi. Karşı sahilde ise genelde Taşkızak ve Camialtı gibi tersaneler çalışıyordu. Sanırım, bunları okuduktan sonra Haliç'in nasıl bozulduğunu daha iyi anlamışsınızdır. Bazı firmaların kullandığı siyanür gibi maddeler denizdeki hayatı sonlandırdı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi kanalizasyonları getirip Haliç'e bağladılar. Hani tam tabiriyle "kendim ettim, kendim buldum" şarkısını resmi kuruluşlardan dinledik. Neden sonra biyolojik ve kimyasal arıtma tesisleri akıllara geldi. Zararlı maddelere denetim başladı.

Gırtlak tarafı

Çok sayıda kuruluşun olduğu yerde, on binlerce işçinin çalışması doğaldı. Genelde ağır işçilerin -hamallar- sayısı fazlaydı. Anadolu'nun pek çok yerinden gelmiş olanların hayali "taşı toprağı altın" olan İstanbul'daydı. Amaç para toplamaktı. O dönem tabldot sistemi yoktu. Yemek yedikleri yerler basit lokantalardı. O güçlü kuvvetli ve heybetli insanların en önemli sorunu karınlarını doyurmaktı. Rağbet ettikleri yerlerin başında Mavi Köşe -Arnavut'un Yeri- geliyordu. Oturacak tabure bulmak dahi zordu. Müşterilerin yüzde doksanı aynı siparişi verirdi; "Az dolma". Bunu biraz açarsak bolca suya bir tek biber dolması. Yanında da zamanın ünlü fırını Hamdi'nin ekmeği. Öyle dilimleme filan yapılmazdı. Şimdiki gibi sandviçe dönüşmemiş koskoca ekmekti. Dört parçaya ayrılıp tabağın yanına bırakılırdı. O çalışkan insanların, ekmeği dolma suyuna batırışı pek çok kişiye "iştah şurubu" gibi gelirdi.

Bayram yemekleri

Bayram yaklaşınca haftalıklara ilave yapılırdı. İşte o zaman siparişlerin çeşitlendiğini görürdünüz. İzmir köfte, pilav ve hoşafların satışı patlardı. Benim için özel menü terbiyeli işkembe, köfte ve piyazdı. Bazen de -özel günlerde- aşure ilave ederdim. İçinde sadece 5-6 çeşit malzeme olan aşurenin nasıl bu kadar lezzetli olabildiğini halen çözmüş değilim. İşte burada el hünerinin önemini anlıyoruz.

Şimdilerde yemek programlarını seyrederken şaşkına dönüyorum. Koca bir tabak. Ortasında ete benzeyen rengarenk bir şey. Tepesine bir de fesleğen kondurup, servis yapıyorlar. Bahsini ettiğim yıllardaki işçileri doyurmak için bunların bir düzinesi yetmezdi. Makarnayla ekmek, pilavla ekmek, hatta mantıyla ekmek yiyenleri fesleğen süslü minicik etle doyurmak mümkün olur muydu?

Sakatatın sultanları

Sütlüce'deki mezbaha İstanbul'un gıda sektörüne en büyük kaynaktı. Buradan çıkan sakatatlar her tarafa yeterdi. Sadrazam'ı unutmak mümkün mü? İstanbul'da en alt kademeyle sosyetenin buluştuğu ender yerlerdendi. Dolapdere ile Tarlabaşı arasında pek çok Sadrazamcık türedi. Ama ilk göz ağrısının tadını yakalamak artık zor. Laf madem sakatata geldi Arnavut'un -Rıfat Baba- Yeri'ndeki  kırmızı pul biber, kekik, taze soğanlı "Arnavut Ciğeri" ile "Terbiyeli İşkembe"yi bulsam inanın çatlayana kadar yer içerim.

Seyyarlar

Bölgede unlu mamul yapan pek çok fırının yerinde bugün metruk binalar var. Oysa, buralarda galetanın anasonlusu dahil her türlüsünü bulurdunuz. Her yazlık sinema dönüşlerinde tavalarla kapıya çıkarılan o muhteşem açma ve çatalları göreniniz kaldı mı?

Ya ellerindeki uzun sepetlerle 24 saat kahvaltılık satan Bulgarlar. Kendi imalatları kaymak ve reçelleri baton ekmeklerle sunarlardı. Arzu edene elleriyle sağdıkları sütleri ve yumruk gibi yumurtaları -hormonsuz- ikram ederlerdi. Tabii ücreti mukabilinde.

Seyyar denince "Şaşı"yı atlamayayım. Küçükmustafapaşa'daki fırında pişirdiği poğaçalar daha Balat'a varmadan biterdi. Kıymalısı tercihimdi. Rahmetli dayım İstanbul'a izinli geldiğinde onu cumbada beklerdi. Bu esnaflığı da tatlı adamın vefatını tesadüfen öğrendim. Ferruh Kethüda Camii'ndeki cenaze namazına katıldım. Bu caminin adı geçince, aklıma Gani Müjde geldi. Şimdinin ünlü mizah yazarı o zamanlar Balkanlardan göç etmiş bir ailenin çocuğuydu. Camiye bitişik berberin çırağıydı. Bazı düğünlere de giderdi. Ne mi yapardı? "Küçük Gani"lik...

Yazarın Diğer Yazıları