Figüranlar cepheye!

Birinci Dünyâ Savaşı’nın hemen sonrasında  dünyâ siyâsetindeki ağırlığını -meşhur Wilson Prensipleri’ni îlân ederek hissettirmeye başlayan ABD, İkinci Dünyâ Savaşı’nın gidişâtına müdâhale edip Almanya-İtalya-Japonya ittifâkının mağlup edilmesine sağladığı büyük katkı ve özellikle Japonya’nın iki şehrine attığı atom bombalarının sâdece Japonya’ya değil bütün ülkelere saçtığı dehşet sâyesinde “soğuk savaş” yıllarında  ve hâlen çok sayıda insan tarafından benimsenen tanımlamayla “süper güç” olarak anılmaya başlandı.
İngiltere, “büyük devlet” kimliğini yine koruyor olsa da artık 19.yüzyıldaki   “süper güç”  imajına sâhip değildi. Gerçi Yalta Konferansı’nda dünyâdaki yeni güç dengeleri ve nüfuz bölgelerinin müzâkereleri yapılırken İngiltere de  “gâliplerden biri” olarak masada idi fakat “kurtarılmış gâlip” pozisyonunda idi. Öyle olduğu içindir ki,  Alman Ordusu’nu Moskova önlerinde -“General Kış”ın da yardımıyla- perişan eden Rusya, masadan Avrupa kıtasının önemli bir kısmını savaşmadan işgal etme hakkını kazanmış  “İkinci Süper Güç” kimliğiyle kalkmayı başardı.
Yahudi sermâyesi, kozmopolit nüfus yapısı ve “eski dünyâ”ya uzak coğrafî konumuyla “daha emniyetli” gördüğü “yeni dünyâ”ya çoktan akmaya başlamıştı bile. Yeryüzünün orasında burasında dağınık durumda bulunan Yahudilerin orta halli ve fakir olanlarını mümkün olduğu kadar Filistin topraklarına göç edip yerleşmeye râzı eden  Siyonist liderler, önemli bir kısmını borçlandırdıkları İngiliz aristokratlarının ve ABD’deki İngiliz asıllı işadamlarıyla politikacıların desteğini alarak İsrâil Devleti’nin kurulmasını ve büyük devletler tarafından tanınmasını sağladılar. Fakat zâten zengin olan ve büyük paralar kazanmaya devam eden Yahudilerin dünyânın diğer ülkelerinde, özellikle ABD’de, Avrupa’da ve tabiî ki Türkiye’de yaşamayı sürdürmelerinde hem bulundukları ülkede kuvvetli bir lobi oluşturmak hem İsrâil’e sürekli para akışı sağlamak bakımından büyük bir fayda ve hattâ zarûret vardı.  İsrâil ne kadar eğitilmiş bir nüfûsa sâhip olursa olsun, Filistin coğrafyasında Siyonistlerin ileriye dönük hedeflerini finanse edebilecek  hacimde üretim yapmak ve sermâye birikimi sağlamak mümkün değildi. Üstelik, farklı ülkelerdeki toplumlarda kamuoyunu kendi istedikleri yönde oluşturabilmek için, sâdece siyâsette değil, medya, sinema, edebiyat gibi alanlarda da Yahudi asıllı olan fakat bu özellikleri herkes tarafından bilinmeyen elemanlar gerekli idi.
Avrupa’daki ve özellikle ABD’deki Siyonistler, dost da olsanız düşman da olsanız takdir etmek zorunda kalacağınız idealist ve kesin kararlı dâvâ adamları olarak, hedeflerine giden yolda hiç duraksamadan, taktik gereği olanlar hâriç hiç geri adım atmadan İsrâil’i her fırsatta genişletmeyi ve bugün için  7,5 milyon civarında olan bir nüfusla dünyânın en fazla korkulan sayılı güçlerinden biri durumuna getirmeyi başardılar.  “İsrâil’e sâhip çıkmak”, “İsrâil’in haklarını ve güvenliğini korumak” gibi ifâdeler gerek ABD’de Kongre Üyesi, Senatör, Başkan, gerek Avrupa ülkelerinin çoğunda parlamenter, Başbakan, Cumhurbaşkanı olmak isteyenlerin popüler olabilmek, sermâye çevrelerinde ve medyada destek bulabilmek için sık sık tekrarladıkları taahhütler hâline geldi.
Başta ABD olmak üzere dünyâ siyâset sahnesinde onlarca yıldır çevrilen filmlerin prodüktörleri, çoğu zaman Siyonist sermâyedarlar, senaristleri Siyonist hahamlar, think tank kuruluşları bünyesindeki siyâset ve strateji uzmanlarıdır. Rejisör ise genellikle onların desteğiyle makam-mevki sâhibi olan politikacılardır; meselâ Başkan Bush’tur, Clinton’dır, Obama’dır yâhut meselâ kırk gün içinde üç defâ Türkiye’ye gelip giden ABD Dışişleri Bakanı Kerry’dir.
Ve şimdi senaryo,Türkiye dışına çekilen PKK militanı figüranların Sûriye’de, Irak’da, Lübnan’da ve hatta belki İran’da savaştırılmasını gerektiriyor!

Yazarın Diğer Yazıları