Gezi Parkı'nda fatura bana çıktı

Hadiseleri vicdan mihengiyle tartarak kaleme almayı hayatının gayesi edinen yazarlar için yazmak, geçim derdinin ötesinde manalar ifade eder. Yazarın klavyesi sadece ekmek teknesi değildir, kalemi doğrunun pusulasıdır. Yönetimin yoldan çıkmaması için bazen idealleriniz uğruna ekmeğinizi kazandığınız işinizi kaybetmeyi göze almak zorunda kalırsınız.
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde (SDE) yaklaşık 5 yıldır Stratejik Düşünce (SD) dergisinin editoryal işlerini, yazarlığını ve diğer kurumsal yayıncılık faaliyetlerini yürütüyordum. Ta ki Taksim Gezi Parkı olayları çıkana dek. Ne olduysa SD’nin Haziran 2013 sayısında, “Fabl’ların Dilinden Türkiye Analizi” başlıklı yazım çıktığında oldu. Enstitü kurucularının tepkisini çeken ve yollarımızı ayıran özellikle şu giriş spotuydu:
“Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Taksim Gezi Parkı olaylarında yaşananlar göstermektedir ki, devletin siyasi yapısındaki kırılganlık ve sosyal hayattaki kırılma noktaları henüz iyileşmemiştir. Yanlış uygulamalardan ziyade ülke en çok sert siyasi söylemlerden zarar görmektedir. Güvenlik güçlerinin eğitimsizliği, istihbarat zafiyeti, güvenlik kurumları arasındaki koordinasyonsuzluk, sınırların kevgire dönmesi, göçmenlerin sorun yaşanmayacak bölgelere zamanında taşınmaması gibi plansızlık ve acemilikler dahi siyasetçilerin kullandığı üslup kadar sakınca doğurmuyor!”
Bu sütunun okuyucuları hatırlayacaktır. Çözüm süreci kapsamında teröristlerin çekileceği açıklanınca, 26 Nisan tarihli yazımın başlığı “Silahsız örgütlere karşı planınız var mı?” şeklindeydi. Özetle, “Bizdeki devlet aklının, silah kullanmayan geniş kitlelerin nasıl yönetileceğine dair tecrübesi yok. Diyelim ki süreç başarılı oldu ve PKK (marjinal birkaç grup dışında) silah bıraktı. Silahsız kitleleri ikna edecek projeler hazır mı? Yoksa yine kervan yolda düzülür mantığıyla deneme yanılma yöntemleriyle mi yönümüzü arayacağız” demiştim.
Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. PKK terörü toplumun çeşitli kesimlerinde biriken öfkeyi şimdiye kadar öteliyordu. Çözüm sürecinde mesafe alınırken bu enerji sıkışması bir şekilde patlayacaktı. Her akşam TV ekranlarında teröristleri ve destekçilerini görmekten gına getirenler, laik yaşam biçimine karışılacağından endişe edenler, içki satışı düzenlemesinin yasağa döneceğinden korkanlar, Atatürk ve İnönü’ye ’ayyaş’imasını içlerini sindiremeyenler, mezhebinin ve/veya ırkının asimile edildiği zehabına kapılanlar, komutanların darbecilik ve yolsuzluk iddialarıyla tutuklanmasını hazmedemeyenler, katlanmış kredi faizi borçları altında ezilenler, işsiz kalanlar ve en önemlisi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın buyurgan bir üslup kullanmasından rahatsızlık duyanlar tencere ve tavalarla soluğu meydanlarda aldılar. Tabii ki eski dönemin partilerini desteklediği için 11 yıldır iktidar nimetlerinden faydalanamayan patronların yanısıra milletimizin ezeli ve cibilli düşmanları da böyle bir pası gole çevirmekten geri durmayacaktı. Peki onlara bu pozisyonu kim açmıştır?
Başbakan Erdoğan, bundan önceki Habur rezaleti, Uludere faciası, keşif uçağımızın düşürülmesi, Reyhanlı saldırısı gibi konular hariç sorunları, kontrollü gerginlik taktiğiyle genelde lehine çevirebildi. Terörün bitmesi, darbecilerin yargılanması, içki düzenlemesi, üç çocuğun teşvik edilmesi, kürtaj yasağı vs.. öfkeli kesimleri biraraya toplayamazdı. Ancak ağaç gibi masum bir sembolün gölgesi tepkili kitleleri buluşturdu. Kontrollü gerginlik siyasetinin ise bu konuda ters tepmesi mukadderdi. İktidar partisi içinden de muhalefete rağmen, belirli bir siyasi kimlik etrafında birleşmeyen kitlelerin baş kaldırışına mitingle cevap verilmesi, mesajın hâlâ alınmadığının işaretiydi. Yangına körükle gitmenin ne faydası oldu?
Erdoğan hükümetlerinin memleketin kalkınmasındaki payını inkar edenlerden değilim. Fakat bugün gelinen noktada kontrollü sanılan yangının ülkenin her köşesine sıçradığının görülmesi gerekiyor. Heyecandan ve idealden yoksun eğitim sisteminin yetiştirdiği milli-manevi değerlere duyarsız gençlik şimdi polisin karşısına geçerek adrenalin arıyor, bir anlamda kendisini ihmal edenlere bedel ödetiyor.
Konu o kadar hassas ki iyi niyetli eleştiriler bile aynı atmosferi paylaşanların arasında kara kediler gezdirebiliyor. Üstad Necip Fazıl, “Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?” diyor ya, ben konuşmayı seçtim. Susmayı ve unutmayı tercih edenlerin ise nasıl yanıldıklarını görmek istemiyorum. Umarım ben haksızımdır ve sonuçta bu alev sadece benim gibi birkaç kişiyi yakar. Fakat haklıysam Türkiye 5-10 yıl daha kaybeder!

Yazarın Diğer Yazıları