Göç

Elli yıl önce ülkemin bırakın köylerini, çoğu şehirleri bile ışıksızdı. Kanalizasyon yok, yollar asfaltsız. Televizyon olmadığı gibi, radyolar batarya ile çalışmakta, o da her evde bulunmamakta. Evlerde nadiren bulunan telefonla, bir yerle görüşmek istediğinizde PTT’de saatlerce beklemek gerekirdi.
Şehirlerde soba, köylerde ise ocaklarla ısınılır, bunlarda ise odun, tezek ve saman yakılırdı. Evler idare lambasıyla aydınlatılır, yemekler ocaklarda bakır kaplar içerisinde odun ateşinde pişirilirdi. Ekmekler evlerde yapılır; et, bayramda veya hayvanların hastalanıp öleceği zaman kesilince görülürdü.
Kağnıların vasıta olarak kullanıldığı, karasabanlarla tarlaların ekilip oraklarla biçildiği günlerdi. Tarlaların iyi işlenememesi, zararlılarla mücadele edilememesi ve gübre kullanılamaması sonucu mahsulün dekara bire beş verdiği zamanlar. İnsanlarımızın ayaklarına çarık veya kara lastik üzerlerinde ise kırk yamadan oluşan elbiseler giydiği dönemler.
Yolculuğun yaya veya hayvan sırtında yapıldığı, sabah tarhana çorbası, öğle pekmez, turşu, akşamları bulgur pilavlarına talim edildiği günler. Delikli 2,5 kuruşların dahi zor bulunduğu, yoksulluğun kol gezdiği zamanlar.
İnsanların sıtma ve veremden ölüp gittiği, bit ve pirenin insanların ayrılmaz parçası sayıldığı, sabun ve deterjan yokluğundan çamaşırların külle yıkandığı anlar.
Kaldırılan hasattan gelecek yılın tohumluğu ve o yılın yiyeceğinin zor karşılandığı, tefeciden alınan paraların ödenemeyip mallara el konulduğu, başlık paralarının ödenemediği için yapılamayan düğünler.
Bir yıl çalış, yine aç, yine açsın. Tarımdan başka çalışma sahası olmayan, okuma yazmadan dahi yoksun insanlar. İmkânsızlıklar nedeniyle ihtiyaçların karşılanamaması sonucu okula gönderilemeyen çocuklar. Dertlerin dile getirilmesinin dahi yürekleri burktuğu bu günlerden bir gün güneşin doğuşuyla birlikte tellalın “Almanya’ya işçi alınıyor duyduk duymadık kimse kalmasın” çağrısıyla muhtara ve öğretmene koşuşmalar.
Muhtara ve öğretmene “Beyim hele bir anlat bakayım nedir olayın aslı. Buralara nasıl gidilecek, bizler ne yapmalıyız”  sözleriyle ağızlardan dökülen ifadeler.
Çoğu insanlarımız evdeki çocuğunun sütünü içtiği ineğini, koyununu satıp, kimileri yaya kimileri binek hayvanlarıyla şehrin yolunu tuttular. Varılan şehirde İş ve İşçi Bulma Kurumu’na yapılan müracaatlar.
Heyecanlı bir bekleyişinin sonunda gelen davetiyelerle tekrar tutulan şehir yolları ve geri dönüşte gidenlerin anlattıklarının yaşlılar, kadınlar ve çocuklar tarafından nefesler tutularak dinlenmesi. “Şehre vardığımızda bizi topluca hastaneye götürdüler. Orada bizi Alman ve bizim doktorlarımız karşıladı. Hepimizi belden yukarı soyup aynaya [röntgene] tuttular. Gözlerimize, dişlerimize ve pazularımıza baktıktan sonra bir de şöyle yürütüp sonra gidebilirsiniz dediler, herkes memleketlerine döndü”.
Bilahare uygun bulunanlar çağrılıp sevinirken, çağrılmayanlar üzülür. Gideceklerin yakınları sevinçle karışık bir hüzün içerisinde yol hazırlıklarını başlatırlar. Giyecekler tahta bavullara, yiyecekler çuvallara yerleştirilip iplerle sıkıca bağlanır. Gelen günle birlikte günlerce süren tren yolculuğu sonucu ulaşılan yâd ellerde törenlerle karşılanışı.
Dil bilmeyen, geldikleri memleketin insanlarının kültüründen uzak, bizlerdeki eski otel odaları gibi olan adına haym denen beşer onar kişilik odalarda kalıp, pişirilen bulgur pilavı, içilen turşu sularıyla beslenerek işten eve evden işe sürdürülen yıllar.
Yılda bir kez bir aylığına gelinen izinlerde kafalara giyilen fotrlerin kenarlarına takılan ördek tüyü, boyunlarda teyp, ayaklarda iskarpin ve üzerlerinde naylon gömlek, ceplerinde yabancı paralar, valizler dolusu giyecek ve altlarında arabalarla adları Almancı olan bizim insanlarımız. Herkes bu insanlara gıptayla bakıyor. Çocuklarını bu insanların çocuklarıyla evlendirmek, beni de oralara götür diye yalvaranlar. Para bunlarda idi. Almancı dediğimiz kardeşlerimiz köylerde tarla, şehirlerde ev ve dükkân alarak bol para harcıyordu. Herkes bunları para babası olarak görüyordu.
Bu insanlarımızın sorunlarıyla hiç mi hiç kimse ilgilenmiyor. Üstüne üstlük cemaat, tarikat ve ideoloji adına kazandıkları üç beş kuruşları da ellerinden alınarak mağdur ediliyorlardı. Devlet bile bu insanları ülkeye döviz getiren birer para makinesi olarak görüyordu.
Belki o günün şartlarında birçok insanımız açlık ve sefaletten kurtulmuş, bugün birçoğu iş adamı olmuş olabilir. Ancak milyonlarca insanımız Türkçeyi konuşamaz halde, Türklük ve Türk kültüründen kopmuş durumdadır.
İşte göçün ellinci yılında getirdikleri ve en çok da götürdükleri. Acı olanı ise ağlanacak halimize gülüyoruz olmamızdır. Demek ki bizlere de bir şeyler olmuş.

Yazarın Diğer Yazıları