Ham hayal kuranlar kaybedecek

Devleti ele geçirme üzerine kurulu AKP-Cemaat işbirliği ve şimdi gelinen çatışma, “Aaa bilmiyordum. Meğer kendime farkında olmadan düşman edinmişim” türünden bir ‘bilinmezlik zırhıyla’ açıklanamaz. Her şey bilinçliydi. Milliyetçileri, Ulusalcıları ve Kemalistleri devlet kadrolarından tasfiye ederek yerine, ikame kadrolar getirilmesi projesiydi bu. Sonunda Türkiye’yi dönüştürerek “Ilımlı İslam Devleti’ne” götürecekti.
Ilımlı İslam Devleti dört federe devletten oluşacak, adından “Türk, Türkiye” gibi kavramlar çıkarılarak “Anadolu Federe Devleti” olacaktı. Başında bir devlet başkanı, bir çeşit halife gibi işlev görecekti.
Böyle bir devlet-toplum modelinin tarihsel geçmişi vardı onlara göre, o da Osmanlı yönetim sistemiydi.
Tayyip Erdoğan, Diyarbakır’a çağırdığı Barzani’nin huzurunda, kendi ülkesine ait toprakların bir kısmını boşuna Kürdistan ilan etmedi. Söylediklerini de boşuna tarihe bağlamadı.
Resmi kurumların tabelalarından “T.C.” kısaltması iş olsun diye çıkarılmadı.
Söylediklerimizi temellendirmek bakımından Zaman yazarı Etyen Mahçupyan’ın tespitleri çok doğru: “Bu ülkeyi yönetmeye talip olanların öncelikle ‘devleti’ kontrol edebilmesi ve yönlendirebilmesi lazım. ’Devlet’denen şey ise aslında bürokrasiden başkası değil ve esas olarak dört kurumsal ayak üzerine oturuyor: Ordu, Milli İstihbarat, Emniyet ve Yargı. Vakıflar, eğitim, tapu gibi alanlar ancak bu dört kurumun etrafındaki çemberi oluşturmaları nedeniyle önem arz ediyorlar.” 
İşte tam da bu sebepledir ki, “paralel yapı” ve bu yapıyı kendisi için araç gören AKP hükümeti, birlikte hareket ettiler.
Sonunda ne oldu? 
Yine Mahçupyan’ın birkaç gün önceki yazısından aktaralım. “2002 öncesine gidersek ’devleti’ oluşturan kurumlarda tablo şöyleydi: Ordu tümüyle Kemalistlerin elindeydi, MİT ordunun doğrudan etkisi altında olduğu için Kemalistler tarafından yönetiliyordu ama içinde mafyalaşmış unsurlar da taşımaktaydı, Emniyet Kemalistlerle ülkücülerin ortak alanıydı ve Yargı da yine Kemalist kadrolarca yönetilmekteydi. 2002 sonrasında ise bir yandan AB referanslı reformların, diğer yandan Ergenekon ve Balyoz davalarının ortaya çıkardığı hareket alanını kullanan AKP, bürokraside zamana yayılmış bir zihniyet, kültür ve personel değişimi fırsatı yarattı. Bu değişimin belirgin niteliği Kemalistlerin geri püskürtülmesi, mafyalaşmış unsurların tasfiyesi ve ülkücülerin pasifize edilmesiydi.” 
Ama şartlar değişti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya, derin hataları kabul etmiyor. Erdoğan hükümeti, başta kendisini getiren güçler olmak üzere, ülke içinde dışında hatalar yaptı. Ve sonunda acı gerçekle karşılaştı. 
Liberal siyaset bilimcilerden Alain, denetimsiz her iktidarın, iktidardakileri bozacağına ve çıldırttığına inanır. 
Erdoğan’ı da tam olarak bu “güç zehirlenmesi” bozmuştur.
Alain: “Seçmen, seçileni denetlemelidir” dedikten sonra çok önemli iki konuya parmak basıyor: “Yurttaşın iki erdemi, ‘direnç ve itaat’tir. İtaat ederek düzeni, direnerek özgürlüğü güvence altına alırız. İtaat yıkılırsa ‘Anarşi’, direnç yıkılırsa ‘Tiranlık’ doğar.” 
Türkiye’de direnme noktaları zayıf. Etkili sivil toplum örgütleri, üniversiteler, toplumsal kesimler yok. Edilgenliği, bakıp gözlemeyi daha fazla seven bir toplumuz. Onca haksızlıklar karşısında seyrediyoruz. Devlet dönüştürülüyor, yargı politikleştiriliyor, ülkenin temel dinamikleri değiştiriliyor sadece bakıyoruz.
Bu sebeple tıpkı Alain’in dediği gibi “tiranlıkla” karşı karşıyayız. Dolayısı ile demokrasinin Batılı seviyesine çıkamıyoruz. Şurası bir gerçek ki kim ne derse desin, ham hayal kuranlar kaybedecek.

Yazarın Diğer Yazıları