HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (21)

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (21)
HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (21)

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

 

“TSK yetkisizleşirse Kuzey Irak benzeri bir yönetim biçimi oluşur”

“Oslo pazarlığı”nın “devlet” kanadını temsil eden dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş,
görüşmelerin ifşa olmasının ardından yaptığı açıklamada hükümet ile ordunun olaylara bakışının ters olduğunu söyledi. Güneş’e göre PKK’yla görüşmeleri sürdürmek “bölgesel özerkliğe doğru koşar adım gitmek” demekti

 

PKK ile yapılan  “Oslo pazarlığı”nın ardından  “nasıl oluyor da olabiliyor”  sorusunun cevabı yine BDP’den geldi.
Bölücüleri sevindiren, Türk Milleti’ni ise felakete sürükleyen  “açılım”ın  “uygulanabilir” hale gelebilmesi temelde “topluma hazmettirilebilmesi”yle, medya aracılığıyla oluşturulan ve-en azından PKK’yla ilgili olarak-  “terör, “terörist”, “katil”, “cani”, “bölücü” gibi tanımları devre dışı bırakan ve  “barış”, “normalleşme”, “şehit gelmiyor”  gibi ifadelerle suni/gerçekten kopuk bir “algı”  yaratmaya dönük çabalar sonuç vermeye başlamıştı. Ne kadar kızarsak kızalım, BDP’li Selahattin Demirtaş, 14 Eylül 2011 tarihli açıklamasında  “Demek ki kıyamet kopmuyor”  derken haklıydı; 10 yıl önce Öcalan adını dahi duymaya tahammül edemeyen, sokaklarda maketlerini parçalayan insanlar, aynı Öcalan’a, bölünmez bütünlüğümüzün  “verdik gitti” denmesi karşısında suspustu! 40 bin evladını kaybetmiş bir ülke, o evlatları katledenlerle “hakara-makara samimiyetinde”  yapılan “pazarlığı” akıl almaz bir sessizlikle karşılamıştı.
Demirtaş da bu sessizlik, sindirebilme halinin verdiği cüretle, o gün aynen şöyle dedi:
“Demek ki arzu edilirse, PKK’yla da Öcalan’la da müzakere yürütülebilirmiş. Türkiye toplumu müzakereye hazırdır. Kiminle savaşıyorsan onunla barışacaksın. Teröristle masaya oturmayız afra tafralarının gereği yoktur. Şimdi tam da açık müzakerelere başlama zamanıdır.”
Ana muhalefete göre
 “Oslo pazarlığı” yasa dışı dinlemeden  ibaretti!
Gelelim, kamuoyunu o direnci oluşturmaya sevk etmesi beklenen siyasilerin  cephesine...
 BDP’li Demirtaş’la aynı gün konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,  “Demek ki Öcalan’la da PKK’yla da görüşülebilir bakın kıyamet kopmuyor”  sözlerini doğrular gibiydi:
“Ses kaydını dinlemedim. Dinlemek de   istemiyorum. Daha önce de söylemiştim yasadışı dinlemelerin içeriği ile çok fazla ilgilenmeyeceğim...”
Ana muhalefet partisi liderine göre, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı temsil ettiği iddiasındaki zatla, İmralı’daki cani ve temsilcileri arasında devletin bekasını etkileyecek/belirleyecek olan “pazarlık”, “yasa dışı dinleme”den ibaretti!
İronik olan;
Bu hassasiyetin sahibinin de bulunduğu makama bir “yasadışı izleme” neticesi  gelmesi,
2. “İlgilenmeyeceğim” dediği “içeriğin”  kamuoyuna bir CHP yöneticisi, Haluk Koç  tarafından açıklanmasıydı.
Kılıçdaroğlu’nun, 24 Eylül 2011’de katıldığı televizyon programında gazetecilerin sorularını yanıtlarken söyledikleri,  “Oslo pazarlığına”  mesafesinin altında yatan nedenin itirafı gibiydi. CHP lideri  “Silahla bu işin çözülemeyeceğini öteden beri söylemiştim”  demiş ve AKP’nin  “siyasi çözüm”  planıyla ilgili olarak  “Böyle bir adım atılırsa, CHP olarak her türlü desteği vermeye hazır”  olduklarını ifade etmişti. Ki zaten, PKK’lıların Fidan’a ilettiği  “ana dilde eğitim, seçim barajı, tahliyeler, Öcalan’a siyaset yolunun açılması...” gibi birçok talebe yasal zemin oluşturan “Demokratikleşme Paketi”ne CHP,  “Hayır”  değil “Yetmez ama evet”  demeyi tercih etti.
Diğer muhalefet lideri, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise 18 Eylül 2011’deki açıklamasında terör örgütüyle yapılan pazarlığı  “Türk tarihinin gördüğü en büyük rezalet” olarak tanımladı:
 “PKK’yla yapılan müzakerelerin iki boyutu olduğunu görmek lazımdır. Bunlardan birincisi, müzakerenin bizatihi varlığı ve terör örgütüyle kurulan yoğun temas ve görüşme trafiğidir. İkinci olarak da konuşmaların muhteviyatı ve beraberindeki utanç verici diyaloglardır.”

 


Koşar adım “bölgesel özerkliğe” 

O  “utanç verici diyaloglar”ın ne anlama geldiğini, en iyi diyaloğu kuranlardan biri anlatabilirdi. Dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, 18 Eylül 2011’de Aydınlık gazetesinde yayınlanan açıklamasında
“Bir taraftan en ince ayrıntısına kadar görüşmeler yapacaksınız, diğer taraftan terör örgütü diyerek aşağılayacak, suçlayacaksınız. Bu ikiyüzlülüktür. Bu saatten sonra PKK yok edilemez. Meşru zemine çekilebilir. Bu da çözümün nihai sonucu değil. Hükümet ile TSK’nın olaylara bakış açıları terstir. Dolayısıyla çözüm çok zor görünüyor.
(...)
Görüşmelerden çıkan sonuca göre demokratik özerk bölge ileride telaffuz edilebilir. Bekleyip görelim. Böyle giderse bölgesel özerkliğe doğru koşar adım gidilecek.Kamuoyu bunu tartışmalı... Sayın Başbakan kafasındaki planı açıkça halka anlatmalı. Kabul edilir ya da edilmez ama halk bu planı bilmeli. Sayın Fidan ve Başbakan plana inanıyor ve bu projeyi savunuyor. Görüşmelere katılanların konuştukları şahsi düşünceleri değildir. Herkes aldığı talimata göre konuşuyor...
TSK yetkisizleşirse Kuzey Irak benzeri bir yönetim biçimi oluşur.” diyordu.
Taraf “Balyoz”la vurmaya başladı
Madem ki “demokratik özekliğin” yolu  “TSK’nın yetkisizleştirilmesi”nden geçiyordu, öyleyse Türk ordusu önce etkisizleştirilmeli, itibarsızlaştırılması, millet desteğini kaybetmeli sonra da tereyağından kıl çeker gibi yetkisizleştirilmeliydi.
Güneş’in TSK engelinden bahsettiği  “Oslo pazarlığı” 2009 yılının son günlerinde yapılmıştı ve bakın 2010’da tam da bu doğrultuda neler yaşandı:
Şimdi AKP milletvekili olan, dönemin Star yazarı Şamil Tayyar, 8 Ocak 2010’da Neşe Düzel ile söyleşisinde  “Ergenekon süreci hızlanırsa, birçok kuvvet komutanının ve emekli generalin de içeri alınabileceğini, buna paralel de orduda bir idari operasyon başlatılabileceğini” söyledi.
Aynı günlerde ortaya çıktı ki, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Belçika’da   “dinlenmişti” !
20 Ocak 2010’da Taraf,  “Balyoz”u vurmaya başladı:
 “Fatih Camii Bombalanacaktı”
 “Kendi jetimizi düşürecektik”
 “Balyoz Güvenlik Harekat Planında  29’u general 162 subay var...”
21 Ocak 2010... Taraf  “200 bin kişiye   tutuklama”  haberini verdi!
22 Ocak 2010... Taraf’ın manşeti bu kez “Balyoz Hükümeti”ydi;   “Camileri bu timler bombalayacaktı” diye hedef göstermeler  başladı.
23 Ocak 2010... Taraf bu kez  “Darbenin sivil kadrosu” nu gündeme taşıdı.
Aynı gün Zaman, “Balyoz Planı”nın 2003’te birebir uygulandığını iddia etti; iddiasının temeli sinagog bombalamalarıydı!
Taraf bir gün ara vermeden sürdürdüğü yayınlarla  “özel yetkili medya savcısı”  kılığında  “iddianame” yazar gibiydi. 24 Ocak 2010’daki  “Balyoz kozmik odada gizlendi”  manşetini, 25 Ocak 2010’da  “Darbenin orduda tasfiye planları” izledi. Ve 30 Ocak 2010’da Özel Yetkili Savcılık Baransu’nun teslim ettiği  “bavul”  üzerinden soruşturmayı açtı! 3 Şubat 2010’da Erdoğan’dan itiraf gibi bir açıklama geldi:
“Neden yedi yıl beklediniz diye soranlara  diyorum ki; Türkiye bu demokratik olgunluğa ancak bugün ulaşmıştır...”
8 Şubat 2010’da Deniz Kurmay   Albay Berk Erden intihar etti.
10 Şubat 2010’da Başbuğ  “Böyle rezillik olur mu; yeter artık” diyordu ama 22 Şubat 2010’da TSK ilk kez  “toplu gözaltı”nın hedefi oldu; 20’si muvazzaf toplam 49 general ve subay!..

 


Dış dinamikleri unutmayın

“Büyük resme bakın” uyarısı 23 Şubat 2010’da manidar bir isimden, AKP’den ayrılan Abdüllatif Şener’den işitildi:
“Dış dinamikleri dikkate almadan, tezkereyi dikkate almadan, Balyoz operasyonuyla ilgili bir yorum yapılamayacağını düşünüyorum...”
“Mücadele” devletin bütün birimlerine yayılmıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin 27 Şubat 2010’da Emniyet Genel Müdürlüğü ve Merkez Komutanlığı’na yolladığı yazıda “Ben ve yardımcılarım onaylamadığı sürece savcıların talimatını yerine getirmeyin”  dedi.
Cengiz’in tepkisi bununla sınırlı kalmadı. 3-5 Nisan 2010’da 97 kişilik yakalama kararı çıkarılmasının ardından  “Gözaltına alınması istenen subayların yüzde 78’i muvazzaf, bunların yüzde 25’i amiral ve general rütbesinde, 15-20 kişi de emekliye ayrılmış subay, toplam 95 kişi. Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekir...”  uyarısında bulundu.
6 Nisan 2010’da da, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının imzası ve haberinin   olmaması dolayısıyla 97 kişinin gözaltına  alınması operasyonuna engel olundu, iki  savcı görevden alındı.
Ses kayıtları kullanılarak hakkında başlatılan kara propagandadan sonra başka bir göreve tayin edilen Engin, 2012 yılında emekliye ayrıldı!
Yargının bağımsız kanadı ne kadar çırpınırsa çırpınsın, ABD  “son sözü” peşinen söylemişti:
 “Ordu yenildi”  (Newsweek)

 


Genelkurmay’a suçlama

23 Temmuz 2010’da bu kez 102 kişi hakkında yakalama kararı verildi.
30 Temmuz 2010’da Genelkurmay, tarihe geçen bir suçlamayla karşıya karşıya kaldı:
Terör örgütüne yardım ve yataklık!
Gerekçe, hakkında yakalama kararı   çıkarılan subayların askeri tesislerde  toplanmasıydı!
Ve 16 Aralık 2010’da, “Oslo pazarlığı” ndan tam bir yıl sonra  “yetkisizleştirilmesi”  istenen Türk ordusunun komuta kademesi Silivri’deki spor salonundan bozma  “özel yetkili” mahkemede hakim önündeydi!

 


“Fidan’ı harcatmam”

TSK’dan bir terör örgütü yaratmaya çabalayan özel yetkili hukuk tam gaz ilerlerken,  “PKK ile pazarlık”  yapanlar en üst düzeyde takdir görüyor ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 18 Eylül 2011’de “istihbarat teşkilatının görevini yaptığını” söylüyordu.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e göre de  “Türkiye cumhuriyeti kurumları ne yapması  gerekiyorsa onu yapıyorlar” dı!
Başbakan Tayyip Erdoğan o unutulmayan açıklamasını yaptı:
“Hatası da olsa Hakan Bey’i böyle nedenlerle harcamayız. Biz kolay kolay adam yemeyiz...”
Sözleri, yüzlerce subayın bir kalemde “harcandığı”  günlerde trajikomikti!
Komiğin komiği var, Bülent Arınç’ın   19 Eylül 2011’de Hakan Fidan’la ilgili ifadeleri ise alenen milletin zekasıyla dalga geçer  gibiydi:
“Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı sıfatıyla bu toplantıya katılıyor olması onun Başbakanlıkla ilgili olduğunu göstermez.” 
İktidar ile PKK’lılar neredeyse can ciğer kuzu sarması haline gelmişti ama terör örgütü  “can almaktan” vazgeçmemişti. Hemen her gün yeni şehitler veriyorduk. Siirt’te 6 ana kuzusunun şehit olduğu saldırının ardından Erdoğan 25 Eylül 2011’de  “tarihe geçen” açıklamalarına yenisini ekledi:
“Terör örgütü kendi görevini yapıyor; biz de kendi görevimizi yapacağız!”
Görevinin ne olduğunu öğrenmek için çok beklememiz gerekmedi; 26 Eylül 2011’de ilan etti:
“Terörle mücadele ederiz, siyasi iradeyle müzakere ederiz.”
Bu beyanatın perde arkası, BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Radikal’den Ezgi Başaran’la yaptığı söyleşide ortaya çıkacaktı.  “Ateşkes, PKK’nın silahsızlandırılması ve yeni anayasa sürecini kapsayan, PKK’nın da olurunun alındığı, ikişer sayfalık üç ayrı protokol hazırlandığını” anlatan Demirtaş, Öcalan’ın Erdoğan’dan  “Kürt sorununun çözümü ancak siyasetle mümkündür” benzeri bir demeç vermesini istediğini, bu demecin terör örgütü tarafından protokollerin imzalandığı mesajı olarak algılanacağını söyledi.

 

YARIN: REFERANDUM MUTABAKATI