Hayganuş Güzin’in altınları

“Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye” diye çok cafcaflı bir adı vardı Osmanlı Yargıtayı’nın...

Bu  “Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye” nin bir de müddeiumumi vekili vardı, 1870 tarihli  “Mehakim Nizamnamesi” ne göre atanmıştı o göreve. Karabet Ekmekçiyan’dı adı.
Rüşvetçi mi rüşvetçi bir Osmanlı Ermenisi... Darda kalanın başına çökerdi ayakçısı, leş kargası ya da akbaba gibi...
Ayakçısı... O da kim mi? Baba Cafer Zindanı’nın uyanık ve kıvrak müdürü yapardı o işi.
Müdürün Karabet’le doğrudan işi ve teması olmaz gibi görünürdü, devrede Ekmekçiyan’ın karısı Hayganuş Güzin olurdu. 
 “Hem Hayganuş, hem Güzin o nasıl ad?”  diye sormaktasınız haklı olarak. Arz edeyim efendim; Hayganuş’tur asıl adı ya, Türklere hoş görünmek için bir de  “Güzin”  eklemiştir Baba Cafer Zindanı Müdürü’nün bu  “verimli yatırım yengesi”.
Beş altından başlarmış bu  “Güzin Yenge” nin rüşvetin tarifesi, cezanın durumuna göre çıktıkça çıkarmış... 
 “Bana kalmoor ayol... ” dermiş  “Güzin Yenge” , iyilik olsun, vatandaşın işi görülsün, sevaplı işlere gitsin diye aldığını söylermiş o altınları. Ona kalmıyormuş ki halktan aldığını halka veriyormuş, neredeyse her gün bir nişan ve düğüne davet ediliyorlarmış, oralara götürüyormuş takı olaraktan...
Ona da kalıyordu, Baba Cafer Zindanı’na da gidiyordu, Karabet’in cebine de giriyordu oysa...
Alıyordu  “Hayganuş Güzin” , bir garanti de vermiyordu, Karabet elinden geleni yaparmış ya, e canım her şey de onun elinde değilmiş ki...  
Çaresizler, denize düşüp yılana sarılanlar, Hayganuş Güzin’e sarılıyorlardı, Hayganuş da altınlara... 
Evet böyle idi o devirlerde... Ne korkunç, ne insafsızca ve ne denli ahlaksızca öyle değil mi? 
Neyse ki o devirler gerilerde kaldı, bugün bizim Yargıtay’ımızda böyle Ekmekçiyanlar yoktur, rüşvetin r’si yoktur, altın bağımlısı Güzin Yengeler, aracı zindancılar da yoktur... O günlerde olup bitenlere bakar bakar da şükrederiz hâlimize...
Dördünün ifadesi     aşağıda alınmış
O ki söz Osmanlı yargısından ve rüşvetten açıldı, bir ilginç ve gülünç rüşvet olayını daha aktaralım. 
Seyrani’nin  “Rüşvet ile yazar hâkim hücceti/Hüccet ile alır kadı rüşveti/Halk bilmiyor dini, şer’i sünneti/Bozuldu sikkenin tucuna kaldık” dediği günlerde, Kadı Efendi’nin biri 40 altın rüşvet istemeye racon keser, usulünce verir mesajını davacıya:
-Oğlum 40 şahit gerek sana! 
Davacı da o yolun yolcusu, yol-yordam bilir yani. Kırk dilimden oluşan bir tepsi baklava yaptırır, her dilimin altına bir altın koyar ve getirir mahkemeye. 
Mübaşir de uyanık, keser önünü:
-Nereye? Bu nedir?
-Kadı Efendi’nin ağzı tatlansın diye getirdim, müsaade et, içeri götüreyim... 
-Kadı Efendi meşgul şimdi, sen ver bana, ben sonra teslim ederim.
Davacı gider, mübaşir bir dilim yemek ister, bakar altında bir altın, onu alır, bir dilim, bir dilim daha, dört tane götürür... Tepsiyi şöyle bir sallar boşlukları doldurur, Kadı’ya götürüp teslim eder.
Duruşma günü gelir. Kadı der ki davacıya:
-Evladım dört şahit noksan, onlar nerede?
Mübaşir bakar ki foyası çıkacak, hemen atılır:
-Kadı Efendi, şahitlerin dördü çok yaşlı ve hasta idi yukarıya sizin yanınıza çıkmaya zorlanıyorlardı, onların ifadesini ben aldım aşağıda.
-Haa tamam o zaman, der Kadı, iş tatlıya bağlanır.

Yazarın Diğer Yazıları