İş adamının verdiği ders

İş adamının verdiği ders

Bir zamanlar boyumdan büyük ve aklımın da pek ermediği işlere kalkışınca, az zamanda dersimi almış, ezberlemiş ve üzgün bir halde dolanıyordum hayatın içinde. O sıralarda dostlardan elbette, akıl, fikir, kurtuluş reçetesi yağıyordu. Ancak artık anlamı kalmamıştı  bunların, çünkü batmıştım. Bu tür işler, yani ticaret benim işim değildi, en azından bunu anlamıştım. Bir arkadaşım ise iş kurmak ve para kazanmak istiyordu. Tanıştığı insanda da bendim. Aslında en son bana gelmesi gerekiyoırdu, zira başarısız olmuştum. Su katılmamış bir başarısızlık. Ama arkadaştık işte... Belki de birisiyle tanıştırılmayı umuyordu. Belki de benim başarısızlığımdan yararlanabilirdi. Neyse, onu epey milyon dolarlar kazanmış, başarılı bir eski dostla tanıştırdım bir akşam vakti, keyifli bir mekanda. Varlıklı arkadaş ciddi biri. Ölçülü, ne dediğini bilen, gereksiz yere konuşmayan, gülerken bile kontrollü... Eğlence ve işin yerini ayıran biri. Bizim arkadaş ise tam tersi. Hergelenin önde gideni... Çok konuşur, anlatıp durur, ısrar eder, laf arasına baltayla, satırla girer. Uyardım kendilerini defalarca, ama dinlemedi elbette. Konuşmanın bir yerinde paralı arkadaş bu hergeleye dönerek, "Üstad" dedi, "Benimle nasıl para kazanılacağı konusunu konuşmak üzere buradasın, değil mi?" Evet anlamında başını salladı bizimki, biraz da şaşırarak. "Ama bakıyorum da, sanki parayı ben değil de sen kazanmışsın gibi ders ve öğüt vermeye çalışıyorsun bana" dedi ciddi bir tavırla. Haklıydı ve sesimi çıkarmadım. Devam etti iş adamı:

"Yanlış yoldasın. Bir, bilmiyorsun. İki, bilmediğini de bilmiyorsun. Üç, öğrenmeye de niyetin yok gibi. Dört, dediğim gibi parayı ben kazandım, bırak da deneyim sahibi olarak ben konuşayım. Beş, ciddi biri değilsin. Yani sen bu koşullarda para kazanamazsın..."

Epey bozuldu bizim arkadaş, ancak diyecek bir şeyi de yoktu. Bu konu kapanmıştı. Keyif yaparken, üç eski tüfek olarak memleket meseleleriyle dalaşmanın zamanıydı artık...

*******

BEYEFENDİ

Yoldaştır anaların duaları...

Denize bayılırdı, ancak onun aşkı denizciler kadar yoğun olamazdı elbette. Denizi seyreder, kıyılarında yürüyüş yapar, yosun kokulu esintiyi içine çeker, nice romantık anlar yaşar, oradan sofraya gelecek olanı babası bile olsa kemali afiyetle yerdi. Denize olan aşkı epey bir romantizmle harmanlansa da sınırları vardı. Ancak bir şey, hiç ummadığı, beklemediği bir şey, bir sabah vakti, denizi kazıyacaktı zihnine. Ve denize olan aşkı, bir duayla harmanlanıp sonsuza kadar kendisiyle birlikte yol alacaktı...

Liseyi bitirmişti artık... Üniversiteye kaydını yaptırmış, bavulunu hazırlamış ve İstanbul'un yolunu tutacaktı, orta halli o sahil kentinden. Sabah vakitleriydi. Ayakta pencereden, 50 metre ötedeki denize bakıyordu. Annesi 40 yaşlarının hemen başında güzel bir kadındı. Çok üzgündü anne. Akan yaşlarını arkasını dönüp güya çaktırmadan mendiliyle siliyordu. Birazdan çıkacaktı evden Beyefendi. "Dur" dedi anne aniden, "birkaç dakika bekle, dua edeceğim senin için. Yola gidiyorsun oğlum..."

Pek bir anlam verememişti başında kavak yelleri estiği o zamanlarda bu iki rekat namaz ve duaya. Ama yine de damarlarında rahatlık adını verebileceği bir şeyin dolaştığını, sonra her zerresine sindiğini, ruhunu okşayarak içinde bir yere usulca demir attığını duyumsadı...

Üniversite bitti. Askerlik, iş yaşamı, evlilik, çoluk çocuk, derken emeklilik... Ve orta yaşlılık... Ve onca tasa, dert, bela, pişmiş tavuğun bile başına gelmeyen haller... Çok şey eskidi, bitti, kayboldu, değişti, gelişti zamanla. Ama hiç değişmeyen, değerinden bir şey kaybetmeyen, hep yanında yoldaşı olan bir şeyi yine anımsadı. Onlarca yıl sonra, yüzlerce kilometre ötede, denize bakarken... Yine yola çıkacaktı. Ve dedi ki:

"Eskimeyen tek bir şey vardır. Ananın asil dudaklarından mırıltı halinde dökülen dualardır bunlar... Ve korur dualar, hayatta kalırsın..."

Ve kirpiğinde asılı kalan tek damla yaşı parmağıyla sildi...

*****

HAYVANCA...

İstanbul'da Gümüşsuyu'ndan aşağıya inince Setüstü'nde birkaç kafe var. Arkadaşımla birer çay içelim dedik. Masaya oturduk. İnce belli bardakta demli çaylar geldi. Birkaç yudum almıştık ki, hayvan dostlar çıktı ortaya. Kafe kalabalıktı. Hayvanlar çok rahattı ama. Aralardan rahatça geçip yanımıza kadar geldiler. Dokunmamıza bile izin verdi bu sevimli tavuklar... Onları su içerken çok yakından izlemek harikaydı. Tüylerine dokunmak ve kaçmamaları da öyle... Karınları tok olmalı ki, yemek istemediler. Birkaç küçük çukurdan kana kana sularını içerek, çıktılar görüş alanımızdan...

*****

OKUYUNUZ

Aslan Asker Şvayk'ın yazarı olarak tanıdığımız, Franz Kafka'ya benzerliği ile bildiğimiz Bohemyalı yazar Jaroslav Hasek'in, kara mizah ve hiciv dolu öyküleri var "Köpek Suratlı Maymun" kitabında. Hasek, yalın bir üslupla sıradan insanların, sıradan hayatlarında yaşadıkları basit, komik ve sıra dışı öykülerini anlatıyor. Hasek evsizlerin, toplumun küçümsediği yoksulların, küçük hırsızlıklar yaparak hayatta kalmaya çalışanların kalplerindeki sevimli yönleri ustalıkla gösteriyor...

*****

İŞTE O KADAR

Fısıldanan sözler, çoğu kez yüksek sesle söylenenden daha uzağa gider...