Kendimi özgür hissettim

2008 yılından bu yana uzak kaldığım rehberlik mesleğime (Anlaşma yaptığım Alman firmanın beceriksizliği sonucunda fiyasko ile sonuçlanan incoming operasyonu sonrasında, acentecilik macerama noktayı koydum) tekrardan başladım. Beş yıllık aradan sonra çıktığım Anadolu turlarında gözüm gönlüm açıldı, bu kadar karışanının çok olduğu bir turizm sektöründe acentecilik yapmaya çalışmakla aslında ne kadar da  “Donkişotça hareket ettiğimi anladım”. Ben kendimi bir vesile ile kurtardım, Allah devam eden tüm acenteci arkadaşların yardımcısı olsun.
Özellikle uzun yıllardır gitmediğim İstanbul’daki son değişiklikler moralimi oldukça bozdu. Moda tabiri ile “ucube” diye niteleyebileceğimiz gökdelenlerin, Osmanlı Dönemi şaheserleri olarak bilinen Camilerimizin ve Saraylarımızın üzerlerinde “kazık” gibi duruşlarına kahroldum. Bunlara izin verenleri ve İstanbul’a bu mimariyi reva görenleri Allah’a havale ediyorum. Eğer gerçekten böyle bir mimari de ısrar ediyorsanız Anadolu Yakası’nın suyu mu çıktı? Neden bu ısrar illa da Avrupa Yakası’nda?
Eğer iki İstanbul gerçeği varsa ve bunun Avrupa Yakası her yıl yaklaşık on milyon turist ağırlıyorsa, o zaman hiç kimsenin bu tarihi dokuyu yok etme gibi bir hakkı olamaz. Bu kadar gökdelenin aynı yakaya yapılması zaten içinden çıkılmaz haldeki ulaşımı daha da karmaşık hale getirir. O yüzden sayın hükümet edenlere naçizane önerim, lütfen bu bozulmaya aracı olmayın, tarihi dokuyu korumaya çalışmak statükoculuk değildir, herkes kendi tarihi ve kültürel değerlerinin korunmasında statükocu olmak zorundadır.
Tarihten bize kadar ulaşan değerleri gelecek kuşaklara aktarmak ve onların da bu değerlere sahip çıkmalarını sağlamak gibi bir yükümlülüğümüz var. Gökdelenler bize kalan tarihi miraslar değil, özel sektörün rantçı zihniyetinin ürünleridir. Öncelikli olarak eğer A.B.D modeli bir şehircilik anlayışını İstanbul’da hakim kılmak istiyorsanız, o zaman İstanbul’a bir merkez belirlemeniz lazım. Bu merkez de bugünkü şartlarda Avrupa Yakası değil Anadolu Yakası olmalı. Anadolu’dan koparılmaya çalışılan bir İstanbul’un hiç kimseye bir faydası olmaz.
Halihazırda Trakya’ya doğru ilerleyen İstanbul’un yerleşim alanlarının yön değiştirmesi lazım ki, tarım alanları ile daha önce ön planda olan Trakya’nın da dokusu değişmesin. Bütün tarım alanlarını binalarla doldurduğunuzda bu insanlara ne yedirmeyi düşünüyorsunuz?
Topkapı Sarayı girişindeki seyyar satıcıların bağırış çağırışları oldukça garibime gitti, bir tarafta kestaneciler, diğer tarafta el arabalarının üzerinde meyve suyu sıkıp satanlar. Ne diyeyim bilemiyorum ki. Şaheserlerin etrafında bunları gördüğünüz zaman, ne tarihi ruh kalıyor ne de gezdirdiğiniz yabancı gruplarda o tarihi hissi yaşatabiliyorsunuz. Oraların dinginliğe ve sessizliğe ihtiyacı var, bu da ancak etraflarındaki basitliklere bir son vererek sağlanabilir.
Turist otobüslerinin durmasının yasaklandığı bir alana seyyar satıcıların rahatlıkla girebilmesi ve satış yapabilmelerinin mantığını anlayamadım, bir anlayan varsa anlatsın da gezdirdiğimiz gruplara bir açıklama yapalım. Osmanlı Dönemi eserlerimizin bir ağırlığı var o ağırlığı hissettirelim, ama Topkapı Sarayı’na girmeden önce seyyar satıcı arabalarını görünce sarayın o muhteşem giriş kapısı dikkatinizden kaçıyor, dolayısı ile daha girişte biz kaybediyoruz. Sonra istediğin kadar cihan imparatorluğu tarihi anlat bir anlam ifade etmiyor. İnşallah değişir.

Yazarın Diğer Yazıları