Kimse bizim aramıza giremez...
Özbekistan ve Türkiye arasındaki ebedi dostluğun geleceğe taşınmasını sağlayacak en önemli dayanak herşeye rağmen iki halkın birbirine yakınlığı ve samimiyetidir. Geçmişten günümüze yöneticilerin yanlış karar ve adımlarıyla meydana gelen durgun ilişkileri Türkiye ve Özbekistan’daki insanlara maletmek büyük bir haksızlık olacaktır. Muhakkak ki bu süreçteki dezenformasyon faaliyetleri sebebiyle her iki ülkeye de olumsuz yaklaşan kesimlerden söz etmek mümkündür. Özellikle kimi zaman oradaki Türk firmalarına yönelik haksız uygulamalar ve tamiri güçleşen sosyal hasarlar işveren-işgören boyutuyla belirli kesimlerde etkili olmaktadır. Ancak bunun oranı derin ilişkilerimizi ve kardeşlik hukukumuzu ortadan kaldıracak düzeyde değildir.
Özbekistan’a gittiğinizde -devlet kademelerini bir tarafa bırakın- ülkeyi baştanbaşa dolaştığınızda insanlardaki Türkiye sevgisini ve özlemini görebilirsiniz.Ticaret anlayışıyla nam salan Özbek pazarlarında gezinirken ya da pamuk tarlalarına paralel bir biçimde seyahat ederken aracınızı aniden durdurup konuştuğunuz ilk Özbek vatandaşı sizin Türkiye’den olduğunuzu duyunca kolay kolay bırakmayacaktır. Güzel sözler ve manalı sorular... En önemlisi de “bunca zaman nerelerdesiniz?”şeklinde başlayan serzenişler... Haksız da değiller. Bugün ikili ilişkilerimizin durgunluğu ve ülkedeki yönetim biçiminin getirdiği dezavantajlar insanların Türkiye hakkında eksik ya da yanlış bilgiyle donanmasına zemin hazırlamaktadır.
Biz de biliyoruz Türkiye’nin defalarca bu soğukluğu gidermek için adımlar attığını; birkaç kez üst düzey randevu talebinde bulunduğunu. Hatta pek çok teknik yardım projesinin Türkiye’nin ısrarına rağmen gerçekleştirilemediğini de... Hepsini biliyoruz...
Bu noktada Atatürk’ün “Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz bizim onlara yaklaşmamız gerekli”şeklinde devam eden, 1933’te ortaya koyduğu Türk Dünyası öngörüsü hafızalardan silinecek gibi değil. Neredeyse 100 yıl boyunca esaret ve dayatma karşısında özkimliğini korumak için mücadele eden bu insanların bağımsızlığın ardından (1 Eylül 1991) 23 yıl gibi kısa bir sürede ideal bir sistem inşası başarmasını beklemek büyük bir haksızlık olacaktır. Özbekistan halkı özellikle Sovyetler Birliği (SSCB) döneminde “ayrışan halklar- farklılaşan kimlikler” siyasetinin bir parçası olarak her türlü dönüştürme çabalarının merkezinde yer almıştır. Gerek Çarlık Rusya gerekse SSCB döneminde Özbekistan toraklarında yüzlerce medrese, okul ve mescit kapatılmış, halkın öz kimliğini kavraması, dinini yaşaması ve dilini konuşması engellenmek istenmiştir. Diğer Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi Özbekistan’da da devlet geleneğinin kendini bulması, hasarlı sistemin onarılması ve bakış açısının ideal bir zemine oturması zaman alacaktır. Kaldı ki genel sistemin unsurları bakımından bugün Türkiye’nin de eleştirilebilecek pek çok yönü vardır. İşte bu sebeplerle Türkiye’nin ayakları yere basan ve halkın kullanımına yönelik projelerle sürekli sahada yer alması gerekmektedir. Karşılıklı algı farklılıklarının, yanlış anlamaların görülebileceği bu süreçte “hoşgörü” ve “sabır” ilkesinin tüm kademelerde olabildiğince işlevsel hale gelmesi elzemdir. Unutulmamalıdır ki Özbekistan-Türkiye ilişkileri normalleşme sürecine taşınmadan Özbekistan’ın Avrupa bölgesinde ve Türk Dünyasında etkili ilişkiler ve nitelikli sonuçlar meydana getirmesi ve Türk Dünyasının beklenen bütünleşmesi mümkün değildir.