KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Kendimize doğru sorular sormazsak...

Çok az insan hayatından memnun. Keyifli bir hayat için elinde her türden araç olan da mutsuz, elinde hiçbir şey olmayan da. Peki neden böyle bir sonuçla karşı karşıyayız? Niye mutlu olması gereken de mutsuz?

Sanırım iki tarafın da ortaklaştıkları bir şey var. Kendilerine ciddi sorular sormuyorlar diye düşünüyorum. Oysa anahtar belki de burada, o sorularda ve alacağımız yanıtlardadır.
Önce biz kimiz diye sormak gerekir. Ve tabii ki, yanıt verirken kendimize torpil yapmayacağız. Tarafsız bir gözle bakacağız kendimize.
Yeteneklerimizi tanıyacağız. Sınırlarını bileceğiz.
Sonra bizi ne mutlu eder diye sormak gerek. Maddi ve manevi açıdan elbette.
Devam...
Mutlu olabilmek için nasıl bir yaşam tarzına sahip olmamız gerek sorusu geliyor.
Peki bu tarz kişiliğimize uyuyor mu? Bize yabancı mı tarz? Benim seninle ne işim var diye avaz avaz bağırır mı?
Bunlara da karar vermek gerekiyor.
Verdik diyelim.
Şimdi başka bir soru:
Bu yaşam tarzını ne kadarlık bir maddi kaynak finanse edebilir?
Bunu da hesapladıktan sonra bir soru daha:
Bu kaynağa nasıl sahip olacağız ve bu kaynak sürdürülebilir midir?
Eğer öyleyse, işin sonuna az kaldı demektir.
Son bir soru...
Gerçek ihtiyaçlarımız nelerdir? Yani kapitalizmin, tüketim toplumunun normlarının bize dayattıkları değil, gerçekten ihtiyacımız olanlar nelerdir?
Buraya dikkat. Eğer yukarıdaki sorulara başından itibaren doğru yanıtlar vermişsek buna da vermiş olacağız.
Oldu diyelim. Artık yapacağımız tek şey, bu hayatı inşa etmek için kolları sıvayıp işe girişmek.
Peki diyeceksiniz ki seni dinledik usta, iyi de ne olacak bu durumda hayatlarımızda?
Bize uyan bir tarz, stresi hayatımızdan çıkarmış olacak. Yapay ihtiyaçlar için çalışmaktan kurtularak kendimize daha çok zaman ayıracağız. Beden ve ruhumuzu örseleyen aşırı hırsa yer olmayacak. Yapamayacaklarımızın peşinde koşmayacak, yapabileceklerimizin ise en iyisini yapmaya çalışacağız. Zorunlu olduğumuz değil, sevdiğimiz bir işi yapacağımız için çalışmış bile olmayacağız. Kendimizle barışmanın yolunu açmış olacağız.
Ne dersiniz, birkaç sıkıntılı soruya değmez mi?
 

OKUYUNUZ
Yazdığı önemli tarihsel biyografilerle tanınan Stefan Zweig, Avrupa’nın Vicdanı adlı eserinde, Nobel ödüllü yazar Romain Rolland’ın yaşam öyküsünü anlatıyor. Zweig, yalnızca büyük bir yazarın yaşamını değil, bir dönem Avrupası’nın da tüm çalkantılarını gözler önüne seriyor. Rolland’dan “Avrupa’nın Vicdanı” diye söz eden Zweig, bir yaşam öyküsünün nasıl edebileştirildiğini de gösteriyor bizlere.


BEYEFENDİ
Gözyaşı anaları ağlatır...
Taşrada bir akşam vakti... Rüzgar devasa kavak ağacının yapraklarını hışırdatıyor, diz boyu otlar ve fındık dalları inip kalkıyor, bir kedi nevalesini istiyordu. Hayattan yine bir sille yemiş olan o zamanlar 35 yaşındaki Beyfendi, üç beş gün annesiyle yarenlik ederek başa çıkmayı düşünmüştü derdiyle. Sohbet iyi gidiyordu başlarda. Annesi sanki yüzlerce yıl öncesinden başlıyor anlatmaya, birkaç dakika sonra şimdiki zamana geliyor, sonra soluklanıyor, yeniden dalıyordu mazinin derinliklerine. Ve lafını dinletmeyi başarıyordu, tek düze anlatımına rağmen.
Birden kendine döndü anne. Kayıtsızca, sanki başkasını anlatırmış gibi şöyle dedi:
 “Oğlum, sana hiç söylemedim, önemi de var mı artık bilmem. Senin bu hayatta bir türlü dikiş tutturamamanda benim de payım var. Belki de yok, evham yapıyorum. Neyse... Altı aylıkken ben seni terk ettim...”
Dikkat kesildi Beyefendi, bir iki saniye yutkundu, boğulacak gibi oldu birden ve annesinin lafını kesmemeye de dikkat ederek, “Beni terk mi ettin anne” diyebildi dehşet içinde.
Sonra bakışlarını yere indirdi annesi ve sustu oğul:
“Babaannen nefret ederdi benden. Çok eziyet ediyordu. Babanın beni dövmesi için uğraşıp duruyordu. Bir gün başardı ve ağrıdan şişmiş yanağıma iki yumruk indirdi sevmeden evlendirildiğim baban...”
Acı içinde baktı annesine.
 “Geçmiş zaman oğlum” dedi yaşlı kadın ve devam etti anlatısına:
“Deliye döndüm. Evden hiçbir şey almadan çekip gittim. Eğer babamın evine varabilseydim, asla geri yollamazdı beni. Ama Allah böyle olmasını istemedi demek ki. Yolda Ali Aga (sülalenin sözü dinlenen büyüğü) gördü ve ikna etti beni geri dönmek için. Döndüğümde açtın ve çılgınlar gibi bağırıyordun. İşte 50 yıllık uykusuzluğumun temel nedeni bu oğul... Bil istedim.”
Ne kıpırdayabildi, ne de ağzını açıp tek kelime edebildi oğul.
Anne oturuyordu. Bakışları uzaklarda bir yerlere kilitlenmişti sanki.
Bağıra bağıra, çılgınlar gibi ağlamak istiyordu Beyefendi. Ama artık büyümüştü ve annesinin yanında yapamazdı bunu. Ayağa kalktı, annesini selamladı ve iki yüz metre aşağıdaki koruluğa doğru yönelirken, “Dayan, burada olmaz, koruda ağlarsın, gözyaşı anaları ağlatır” diye mırıldandı...

 

GEÇİP GİDERKEN
Nene nereye böyle?
Kollarını arkadan sıkıca bağlamış Karadenizli nene, torunu düşmesin diye. Yeşillikler denizi bir doğada stabilize yolu adımlıyor. Torunun başı sanki karşı tepenin üzerinden gökyüzüne değecek. Çocuksa nenesinin sırtında ancak resimlerini görebildiği yeşili şaşkınlıkla seyrediyor. Torunuyla kocası adaş nenenin. Birinin bütün sorumluluğunu zoraki yüklenmiş omuzlarına 60 yıl, diğerini ise zevkle taşıyor. Ve o omuzlar hep taşıdı, taşıyor, taşıyacak hayatın yükünü...


ANADOLU’DAN
Minibüsteki kız babası
Mersin’de kaldığım zamanlardı... Bahardı ve akşama doğru minibüsle Erdemli’ye gidiyordum. Yanımda 60 yaşlarında bir adam oturuyordu. Sıkınıtılıydı. Hava sıcak değildi, ama terliyordu. Hasta olup olmadığını sordum. “Hayır” dedi cılız bir sesle. Başını öne eğdi. Sonra aniden döndü ve şöyle dedi:
 “Kardeşim seni iyi birine benzettim. Hasta değilim, ama keşke olsam. Kızımı evlendirdim ben...” Tam da bunları niye anlatıyorsun diyecektim ki, sustu. Kaçamak bakışlarla süzdü beni. Yutkundu ve devam etti: “Kızımı yoksulluk çekmesin diye varlıklı birine verdim. Sen şehirli, okumuş birine benziyorsun. Bana akıl ver. Acaba hata mı ettim? Kızı sevdiğinden de ayırdım. Garibim karşı da çıkmadı bana saygısından... Uykum kaçıyor geceleri...”
Sonra sustu adam. Belli ki kararından emin değildi ve acı çekiyordu. Kızını düşünüyordu ve hiç tanımadığı benim gibi keçi sakallı şehirlinin kendisine bir şeyler demesini bekliyordu. Yüzümde acı bir tebessüm belirirken, “Dönüp gelirse kapıyı yüzüne kapatma bari, evlattır” diyebildim sadece.
Ve Anadolu insanını düşündüm. Hala ne kadar da doğal, saftılar. Adam çakal değildi ve başkalarının da çakal olabileceği aklına gelmiyordu...

Anladım ki...
Zerafet, doğuştan getirilen bir haslet imiş, sonradan edinilmezmiş.

Tuhaf...
İnternet haber sitesine güç bela girdiniz diyelim. Karşınıza çarşaf gibi bir reklam çıkıyor. Ve bir dakika! Reklam öyle tez zamanda ekranı terk etmiyor. Hatta bazı sitelerde hiç gitmiyor ekrandan, çakılmış sanki. Reklamı kapat “butonu” ise unutulmuş! Derhal kaçıyorsunuz tabii ki. İnsan kendi sitesini okutmamak için bu kadar çaba harcar mı yahu!
 

İŞTE O KADAR
Hiç hata yapmayan bir insan, yapabileceğinin en iyisini yapmamış demektir.