KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Medya maymunu ordusu

Ekranlarda, köşelerde ya da köşebaşlarında olabilmek için yırtınır, her türden dalavereyi çevirirler. Milyar dolarlara sahip olsalar bile, aşağılık kompleksi ekrana bağımlı hale getirir bu tipleri. Yalancı, edepsiz ve düzenbazdırlar. Çıkarlarından başka hiçbir şey ilgilendirmez onları. İlkeleri yoktur ve yalakalıkta sınır tanımazlar. Utanma duyguları yoktur. Her şeyi bilir geçinirler, ama aslında sığ tiplerdir. Ve bunu gizlemek için bağırır çağırır, söz keserler. Hedefleri her devrin adamı olmaktır. Şova bayılırlar ve bunun için de her kılığa girerler. Adam satma sanat dalında uzmandırlar. Kapıdan kovsanız pencereden girerler, arsızlıkta sınır tanımazlar. Hırsları yeteneklerinin çok üstündedir ve bunun için de sık sık kepaze ederler kendilerini. Ancak burada da sorun yok onlar için, zira kepazelikten utanacak durumda değillerdir.
Ülkenin sert sorunları için zerre kadar dertlenmez, aksine çıkarları için o dertleri kullanırlar. Fikirleri yoktur ve çıkarları gereği gerçeğin dışında her şeyi savunurlar. Bugün sövdüklerine, yarın yağ çekmekten asla yüksünmezler. Çıkarlarının kokusunu anında alır, dönemin güçlüsünün yanında yer almaya azami dikkat eder, dip dalgalarına kulak verirler.
Asla vicdan diye bir dertleri olmadığı için, acımasız birer sosyopattan başka bir şey değildir bunlar. Güçlünün karşısında yerlere kadar eğilir, garibanı bulduklarında böcek gibi ezmeye kalkarlar. Rezillik diye bir sözcük kitaplarında olmadığı için çukurun dibinde olsalar bile bunu asla dert etmezler. Haysiyetten, erdemden yoksunlardır. Değerli olmak yerine önemli olmayı ilke edinirler, zira çıkarları bunu gerektirir. Erkekse bu tipler, yanlarında mutlaka genç ve güzel kadın bulundururlar. Şayet kadınlarsa ünlü bilmem kime yapışırlar, çıkarları ne kadar süre gerektirirse...
Şimdilik bu kadar yeter diyelim ve son noktadan önce birkaç cümle daha kuralım:
Az sayıda maymun akıllıdır, uzun süre işe yarar.  Geri kalan güruh ise sadece konjonktürün ürünüdür. Kısa zaman için kullanılır ve kaldırıp atılır.
Siz şimdi ekranlar, köşeler, önemli bazı koltuklar bu tiplerin işgali altındayken, üç beş iyi niyetli habercinin memleketin can alıcı sorunlarıyla başa çıkabileceğini mi sanıyorsunuz?

OKUYUNUZ
“Tatar Çölü”

İç karartıcı Bastiani Kalesi’ne vardığında, genç teğmen Giovanni Drogo tarifsiz bir sıkıntıya kapılır. İlk görev yeri olan bu kaleyi hemen terk etmeyi ister, ama harekete geçemez. Sonunda en fazla dört ay kalabileceğine karar verir. Alışkanlıkların uyuşturucu etkisi, askerlik gururu, gündelik ritüellerle dolan bir hayat boşluğuna bağlanması ve Tatar Çölü’nün vahşi cazibesi bu dört ayı yıllara çevirir. Giovanni Drogo kimsenin gelip geçmediği, öte tarafında kimlerin yaşadığını bilmediği bir çöl sınırını beklemeye bırakır kendini. Ünlü İtalyan yazar Dino Buzzati’nin ilk romanı olan Tatar Çölü, hayatın anlamını ve insanın kaderine teslim olmasını sorgular. Çağımızın önemli eserlerinden birini hararetle tavsiye ediyorum...

Ayak tokadı!

“Misafirliğe gittiğimizde o çocuk tabletimi alırsa, ona bir ayak tokadı atarak gününü göstermek zorunda kalırım anne...”
8 yaşında
bir delikanlı!

Unutma...

En güçlü yalan, gerçeğe en yakın yerde duran ve çevrede hatırı sayılan birinin şahit olarak gösterildiği yalandır. Şöyle bir çevrenize bakın derim, bir de derin hafızanızı yoklayın. Eminim ki bir şeyler anımsayacaksınız...

BEYEFENDİ
En iyi ikinci adam olmak

Bir zamanlar, yani Beyefendi otuzlu yaşların başındayken henüz, önemli bir hayat dersi alma şanısını yakaladı ve kariyer planını gözden geçirdi.
Başkaca özelliklerinin yanında zeki, yetenekli, duygulu, zarif, kültürlü biri Beyefendi. Bu donanımda birinin kariyer basamaklarını çıkarken zorlanacağı düşünülemez tabii ki. Ancak öyle olmadı...
Zira lider özellikleri yoktu Beyefendi’de. Alacağı kararların olası acı, incitici, sert sonuçlarını göğüsleyecek kadar nesnel bakamıyordu hayata. Mesela, bir kurumun başında olsa, -ki bir zamanlar oldu da-, işten insan çıkaramazdı. İşsiz kalacak o insanların başlarına gelebilecek kötülüklerden kendini sorumlu tutardı. Alacağı herhangi bir kararın yol açacağı nahoş sonuçlar da üzerdi onu. Ve zamanla anladı ki, bir hayırsever derneğinin başında bile olsa, arada bir karar almak zorundaydı ve her kararın birileri için olumlu, başka bir kesim için olumsuz sonuçları olurdu.
Birkaç sarsıcı deneyimin ardından bir karar verdi. İkinci adam olacaktı. En iyi ikinci adam... Peki, neden sadece ikinci adam değil de, en iyi ikinci adam? Onun da yanıtını bulmuştu... Yetenekliydi, birinci adamlığı hak ediyordu. Çapı buna müsaitti. Ancak o karar almak yok muydu, işte orada duruyordu. “Evet, evet” dedi içinden, “en iyisi bu... En tepe noktasına kadar olmasa bile hem kariyer basamaklarını tırmanabilir, hem de en tepedeki adamın alacağı kararlardan sorumlu olmam. Sadece yetenekli, iyi bir uygulayıcı olur, geceleri de vicdanı rahat yatıp uyurum.”
Her şey istediği gibi gitti. Çok değil ama kazandı. Tahmin ettiği gibi geceleri iyi uyudu. Mide sancısı çekmedi. Migrenle başı derde girmedi. Kalbi sıkışmadı. Terden sırılsıklam olmadı. İşi ve kendisiyle barışık bir hayatı oldu...

İŞTE O KADAR
Bir yazar olarak dünyayı izlemeye ve anlamaya çalışırım. Ama birileri onu değiştirmeye kalkıyorsa kendi
bilecekleri iştir.

Ernest Hemingway


YOLDA...
Belediyenin kar temizlememe timi!

Disiplin başlığından Jack Kerouac’ın “Yolda” ismiyle yayınlanan kitabını değil, bizim yolları akla getirmek gerekiyor. Efendim, erken kalkan yol alır düsturuyla sabah dokuz sularına doğru yoldaydım Perşembe günü. Arada bir gelip geçen otobüslere binip indim. İnsanları izledim, yürüdüm, bir yerde bir bardak çay içtim. Sonra yine karlı yollara revan oldum. Bir yerde kardan dalları eğilmiş bir ağaçla fotoğrafımızı çekeyim derken yere yapıştım. Bir genç adam, “Çok güzel düştün dayı,” dedi gülerek.
Yola devam... Anayolda, mavi-turunculu giysileriyle belediye işçilerine rastladım. Yerler kar doluydu ve bu arkadaşlar da kar temizleme timi olmalıydı. Emin olamadım ve sordum. Öyleymiş. Ama ortalıkta temizlik filan yoktu. Yirmi dakika kadar gözetledim onları bir çay ocağında, birkaç bardak çay içerek... 9 kişiydiler. Üçü biten sigaralarını tazeleyip laflıyordu. İkisi elleri ceplerinde öylece bakınıyordu. Biri elinde kürek karları incitmeden kaldırımdan atmaya çalışıyor, yanındaki ise çalı süpürgesiyle kürülen karı atıyordu. Diğer ikisi poğaçalarını yiyordu. Merak bu ya, akşama doğru aynı yoldan geri döndüm. Kardan temizlenen otuz metrelik bir keçi yolunun dışında manzara değişmemişti...


GEÇİP GİDERKEN
Dertlenmeye değmez imiş...

Bu küçük hergelenin baktığı yer bir aile mezarlığı. Bizim ilçedeki evin yamacında. Altı mezar var bu küçük alanda. 105 yıl önce son olarak bir dedemiz verildi bu toprağın altına. Mehmet dedem. Mezarlığın ilk konuğu ise Temel dede imiş. Yaklaşık 200 yıl önce verilmiş toprağa. İki kadın var mezarlıkta. Birinin adı Hanife. Diğerinin adı bilinmiyor, öteki iki dede gibi. Bu dedeler ve nineler, nasıl yaşadı, neler yaptı, neler hissetti, neler düşündü... Hiçbir şey bilmiyoruz. Ve ben küçük mezarlığa bakarken çocuğun başının üstünden acı bir tebessüm eşliğinde, “Yalan dünyaaa... Tamam da usta, bu kadar da mı yalan olur...” diye söylendim birkaç kez...