KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Sevebilmek için yaşlanmak şart mı?

Torun sevgisi olağanüstü duygulardan biri sayılır bu topraklarda. İnsanın gözünü yaşartır, boğazının düğümlenmesine yol açar. Torun sahibi yaşlının ya da yaşlı adayının gözlerinden yaş da akıtır. Torunun yediği her türden herze engin bir hoşgörüyle karşılanır. En acımasız görünen, ketum, dünyaya metelik vermeyen asık suratlı adamın bile torunu karşısında bağları çözülür, yağları erir, bir anda kendini sirk maymunu olarak bulabilir. Mafya şefi, adam öldürme emrini verdikten sonra çok ama çok sevdiği torunuyla yatıp yerlerde yuvarlanabilir. "Osmanlı kadını" diye tabir ettiğimiz kadınlar veya gelinine dünyayı dar eden "feci" kaynanalar da benzer bir tavır sergiler torunları karşısında. O yese doymayacağı gelinin çocuğunu bağrına basar. O çocuk için katlanmayacağı cefa yoktur.

Peki bütün bunlar bir gösteriden mi ibarettir?
Değildir.
Olayın içinde ikiyüzlülük var mıdır?
Hayır, yoktur.
Dedeler ve nineler bu işte samimi midir?
Kesinlikle.
Ama bütün bu güzelliklere karşın bazı sorunlar vardır yine de bu işte...
Bu nine ve dedelerin ezici çoğunluğunun ortak bir özelliği vardır bizim buralarda... Kendi çocuklarına, torunlarına gösterdikleri sevgi ve şefkatin onda birini göstermemişlerdir vakti zamanında. Bundan çekinmişlerdir. Gelenek, görenek, ananeler, çevre baskısı, utanma duygusu, ataerkil aile yapısı, sevgiyi göstermede beceriksizlik, geniş ailede baba ve annenin yanında kendi çocuğunu sevememe tuhaflığı, artık ekleyin geri kalan nedenleri...
Bu durumda sorulması gereken soru şu:
İyi de yaşlanınca mı akılları başlarına geliyor bu insanların?
Evet, ne yazık ki öyle... O üzerlerine çullanan, soluk aldırmayan toplum baskısını ancak yaşlandıklarında yenebiliyorlar. Onca deneyim ve acı yaşandıktan sonra, ancak o zaman sevgilerini gösterebilecek cesareti bulabiliyorlar kendilerinde. Bu da torunların zamanına denk geliyor...
Ne dersiniz, o efsane torun sevgisine bir de bu yönden bakalım mı?


BEYEFENDİ Borç ve iş istemiyorum, telefona bak!

İşlerinin yaver gittiği günlerin keyfini çıkarırken, unutmadığı eski iş arkadaşlarına uğrayıp ince belli bardaktan çay eşliğinde bir iki kelamın belini kırmak ister Beyefendi.
Gerçi, emekli olan, işten ayrılan, ya da işsiz kalan insanlarla çalışanların ilgisini kestiği, onları görmek istemediği şeklinde bir "şehir efsanesi" hakkında bilgisi vardır. Ama o buna inanmak istemez. Onun arkadaşları böyle değildir canım! İlk önce çalışma yaşamında haftanın iki akşamı en az iki saati birlikte keyif yaparak geçirdiği arkadaşını, sonra yıllarca masaları yan yana olan bir başka arkadaşını ve aralarında samimi ilişkiler olduğuna inandığı şefi arar. 1. adam telefonuna bakmaz. İşyeri telefonunu arar. Oradan da yanıt yoktur. Dönüş de olmaz. Santrala haber bırakır son bir umut. Aynı şeyi ikinci ve üçüncü adamlar için de yapar. İki gün geçer aradan. Beyefendi hala bu üç adamın kendisine geri döneceği beklentisindedir. Öyle ya çok da uzak olmayan geçmişte ne kadar da çok şey paylaşmıştır bu insanlarla, değil mi? Üç gün geçmiştir ve üç adamdan da ses yoktur.Öğle üzeri bezgin adımlarla girdiği kafede masanın üstündeki telefonu ile oynarken, garson nazikçe seslenir:
 "Bir şey alır mısınız beyefendi?" 
Ağır ağır başını çevirip garsona gülümser ve demli bir çay ister Beyefendi. Ve altını da çizer sözcüğün: "Demli..." 
Çayını yudumlarken bir yandan da bu üç adama bir cinlik yapmak gelir aklına. Telefonun mesaj bölümünü açar ve üçüne de aynı notu gönderir:
 "Selam, üstad. Kaç kez aradım, geri dönmedin. Dostum, iş istesem tanıdığım müdürünü arardım. Borç da istemiyorum. Görmek istedim seni, hepsi bu. Şu telefonuna bak..." 
Biraz sonra kafeden çıkıp giderken, "Nezaket, çoğu zaman geçer akçe değildir bu zamanda... Ne yazık ki böyle..." diye söylenir birkaç kez...

ANADOLU'DAN  Eniştenin ağır çantasını yokuşta sırtladı kayınço

Metrodan indim akşama doğru geçenlerde. Hava puslu ama yağmur yok. Önümde bir çift yürüyor. Uzak bir yoldan geldikleri belli. Beş altı yaşlarında annesinin elini tutarak şirinlikler yaparak yürüyen bir küçük kız, biraz ağır gibi çantayı omzuna asmış kırklı yaşlarda baba... Arkalarından seğirtiyorum. Dışarıya çıktığımızda otuzlu yaşlara yakın bir adam sevinçle atıldı. Önce kadını kucakladı, küçük kız "dayıcım" diye haykırarak atladı boynuna sonra. Küçük kız kucağındayken, eğilip eniştesinin elini öptü. Enişte pek gönüllü değil el öptürmeye ama, kayınço kararlı... Öpüyor eli sonunda. Ve kızı annesine veriyor seri hareketlerle, sonra hemen eniştenin omzundaki çantayı itiraza mahal bırakmadan bir hamlede kendi omuzlarına geçiriyor. Yolda keyifli bir sohbet oluyor aralarında. Önümüzde tahminen iki yüz metre kadar bir yokuş var. Yürüyorlar. Arada bir enişte çantayı taşımak için hamle ediyor, ancak her hareketiyle ona saygısını belli eden kayınço kesin bir dille "hayır" çekiyor, ama sıcak, içten... Bir ara yaramaz kızın da elini tutuyor enişte, annesini daha fazla zorlamasın diye. Küçük kız çok keyifli, yeni gördüğü dayısına, annesine, babasına şımardıkça şımarıyor. Belli belirsiz bir tebessüm eşliğinde, "Harika," diyorum içimden, "muhtemeldir ki, bunca olumsuzluğa rağmen bu içtenlik, bu sıkı bağlar, sıcaklık ve de saygı ayakta tutuyor bu toplumu." 

SOKAKLARDAN Ne düşünür bu gencecik kız, bize avuç açarken?

untitled-3-003.jpg

Yeri gelir dostumuzdan bile borç para isteyebilmek için akla karayı seçeriz. Alır bizi derin düşünceler... Efendim, zamanı mıdır? Parası var mıdır? İhtiyacından fazla mıdır o para? Acaba istesek ne düşünür? Verir mi? Mazeret mi bulur vermemek için? Küçümser mi bizi? Küçük düşer miyiz? Ya hayır, derse? Dostluk bozulur mu?
Peki ya bu, savaşın yurdundan koparıp bizim buralara savurduğu on beşindeki genç kız? O neler düşünüyor dersiniz, bizlere avuç açarken?
(Foto: Nurettin İğci)

İŞTE O KADAR

Tanınıp tanınmamak gibi bir derdiniz olmasın bu hayatta. Paranız varsa insanlar sizi, paranız yoksa siz insanları tanırsınız, olur biter...

Anne bu...

 "Anne neden her türlü aksilik benim başıma geliyor?" diye dertlenir genç kadın.
 "Eeee, kızım" der anne, "o kadar tembelsin ki, çevrene dikkat etmek için bile bir gram enerji harcamıyorsun. Yoksa aksilik peşinden koşuyor değil..." 

OKUYUNUZ  Kötü Bir Şaka

Kırk yıl önce bir roman yazmışsınız, ama yayınlatamamışsınız. Birden biri gelse ve önemli bir yayınevinin kitabınızı yayınlamak istediğini söylese ne yapardınız? Bunun "kötü bir şaka" olabileceğinden kuşkulanır mıydınız, yoksa hiç düşünmeden tuzağa mı düşerdiniz? James Joyce'un gözde yazarı Italo Svevo, kendi yazarlık yaşamının düşkırıklıklarından izler de taşıyan Kötü Bir Şaka'da, yazar Mario Samigli'nin başına gelen trajikomik olaydan yola çıkarak görünüşte hafif ve eğlenceli, ama derin çağrışımlar içeren bir konuya el atıyor. İtalyan psikolojik romanının öncüsü Svevo'dan yalnızca okurlara değil, yazarlara da küçük, ama anlamlı bir armağan...

Dikkat!..

Bir zamanlar karılarını öldüren adamlar kaçar, hapisten yırtmak için türlü dalevereler çevirirdi. Uzun zamandır artık çoğu böyle yapmıyor. Cinayetin ardından kendi canını da alıyor...
Aman dikkat!!!