KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Patron parasıyla büyüyen adam

20 yıl önce... Orta büyüklükte bir işyeri. Bankalar henüz hayatlarımızın içine günümüzdeki kadar dalmadıkları zamanlar ve işyerinde maaşlar elden veriliyor... Şöyle büyük bir oda düşünün. Ve bu odanın kapıya yakın olan bölümünde büyükçe bir masa... Masanın üzerinde personelin adının yazılı olduğu zarflar içinde maaşlar var. Bir de defter var elbette, zira maaşını alan çalışan imzasını nakşetmek zorunda. Ve tabii ki, bu maaşları dağıtmakla görevli biri olmalı değil mi? Elbette. Hem de nasıl biri! İşini insan gibi yapan meslektaşlarına pek benzemiyor. Her zaman olduğu gibi yüz hatları çok ciddi. Tavırlar da öyle. Dudaklarını çok az hareket ettirerek konuşur ki, anlaşılmayan dediklerinde keramet olduğu zannedilsin. Adamımızın boyu da kısa bu arada. Koltuk ise büyük ve kendileri yavru gibi kalıyor oturduğunda. Ama dert değil onun için. Kravatlı, takım elbiseli kendileri. Arada bir yeleği de oluyor sırtında. Öğleden sonra... Şimdi bu adamın elinden maaşınızı alacaksınız. En az elli kişi var kuyrukta. Ama bu rakam adamın umurunda değil. Hatta kuyruktakilerin sayısı ne kadar çok olursa o kadar iyi. Öyle ya, bu insanların hepsi kendisinin eline bakıyor! Diyelim ki, şansınız yaver gitti de bir saat sonra sıra size geldi. Adamın başına dikildiniz. Hemen maaşı kapıp gitmek yok öyle efendi. Dur hele... Daha muhasebeci, gözlüğü hafiften burnunun üstüne indirecek, ağır hareketlerle bir size bir maaş zarfına bakacak, oflanacak sonra. Kalemi masanın üstüne bırakacak. Zarfı bir daha eline alacak, yine size bakacak, "Ulan bu herif de acaba bu maaşı hak diyor mu" gibilerinden. Bir şey demeyeceksiniz elbette. Zira paranız o kısa boylu, çelimsiz adamın elinde. Bu arada adam bezgin bir tavırla sizi asla görmeden omuzunuzun üzerinden kuyruktakilere göz atacak. Sonra oturacak. Ve nihayet yine ağır hareketlerle aldığı zarfı size verecek, eli titreyerek. Siz la havle çekerken imzanızı atacak ve derhal kaçacaksınız olay yerinden.Bu arada geç kaldığınızdan müdürden azar işitmemek için dua edeceksiniz. Ve zaman geldi maaşlar bankaya yatırılmaya başlandı...Ve o "görkemli", kazık yutmuş gibi havalı yürüyen adam birden kamburlaşıp iki ayda yaşlandı...

BEYEFENDİ

Sevdikleri bırakıp gitmesin diye...


Uykuya karşı efendilik taslanmayacağını biliyordu. Hayatın bazı alanları onun iradesinin dışındaydı, bilirdi bunu. Uyku da onlardan biriydi. Çok sık uykusuz kalırdı ve uykusuzluk hayatının bir parçasıydı. Başlarda çok da ciddiye almazdı vaziyeti. Zira gençti ve beden ile ruh başa çıkabiliyordu uykusuzlukla. Zaman aktı, ilerledi, yürüdü... Yaşlandı zaman kendisiyle birlikte. Ve beden... O da uydu zamana elbette ve uyarıları göndermekte aceleci davrandı...Ve ciddi bir sorundu artık uykusuzluk. Nedenleri üzerinde durmalıydı artık Beyefendi... Tasalarım, kaygılarım, kayıplarım, hakkım olan ama asla ulaşamayacağımı bildiğim şeyler yüzünden diye düşündü. Zihnim diye düşündü, hafızam diye ekledi, hiçbir şeyi geri plana atmayan, unutmayan hafızam... Sevinçlerin gelip geçiciliği, unutulurluğu, ama acının hep kendini hatırlatması dedi.Acaba hayata bakışta bir sakatlık, bir eksiklik, hatta bir bir saçmalık mı var? ihtimal vermedi. Peki, ya nadiren dalabildiği derin uykularda bile hep uçurumlardan aşağıya atılmaları, son anda kan ter içinde kurtulup uyanmaları? Ve hep bir şeylerin ıslak avuçlarından kayıp gitmesi uykularında...Hayatın kısalığı dedi sözcüklerin üzerine basa basa.. Kısacık bir hayat... Ve bu hayatın üçte biri uykuda mı geçecek yani? Hayır, olmaz dedi. Günün birinde nasılsa ebedi bir uykuya yatmayacak mıyım? O zaman uyku, hayattan çalınan bir zaman parçasıdır. Bir hırsız...Ve bir şey daha...Ama onu Beyefendi değil, şair dedi:  "Sevdiklerim bırakıp gitmesin diye, bütün uykularımdan erken uyandım..." 

GEÇİP GİDERKEN

1 milyon yaşındaki taş

İzmir'in eşsiz tatil beldesi Özdere'de yaz günü akşama doğru sahilde tur atıyorum. Güneş, karşıdaki Yunan adasının tepesine inmek üzere. Denizde müthiş ışık oyunları var. Yürüyüş yolundan ayrılıp kumsalda dalgaların dibine kadar inip oturuyorum. Semtimizin harika köpeği "Kurt" yanımda çömelmiş, başını ön ayaklarının üstüne yatırmış, keyfi yerinde. Birkaç çakıl taşını alıp denize atıyorum çocuklar gibi. Bir ara tenis topu büyüklüğünde bir taş görüyorum. Elime alıyorum. İnanılmaz pürüzsüz, kaymak gibi bir taş! Bir süre evirip çeviriyorum onu avuçlarımda. Ve sonra arkeoloji ve felsefe alanında ilim irfan sahibi olmuş bir dostu bilgilendirip soruyorum:
 "Bu taş, kaç yaşında olabilir?" 
 "Yani o hale ne kadar zamanda gelebilir..." 
 "Doğru..." 
 "En az bir milyon yıl..." 
Avuçlarımdaki "en az" bir milyon yaşındaki pürüzsüz taşa bakıyorum...
Ve, "Hayat," diye mırıldanıyorum, "bize çok haksızlık yapıyorsun..." 
Ve taşı bırakıyorum dalgaların koynuna usulca. Zira aldığımız terbiye, büyüğe saygıyı gerektiriyor... 

gulme.jpg

SOKAKLARDAN

Halimize gülen deli

Bazı "böyyük" yazarlar gibi, acaba minibüse binen halk nasıl bir şeydir diye merak ettiğim için değildim o araçta. Arada bir yolum düşer kendilerine ve yolcularla al takke ver külah hesabı karmakarışık bir halde seyahat ederiz. Öyle bir sabahtı... Dışarıdan halkın ani tazyikine önlem olarak kapının yanını mekan seçtim. Ortalarda bir yerde oturan modern giyimli, saçı yapılı otuz beşlerinde bir kadın dikkatimi çekti. Gülüp, kendi kendine konuşuyor, sağına soluna laf yetiştiriyordu. Birkaç dakika sonra yanında oturan kadını da ortak etti gülme seanslarına. Niye güldüğünü merak ettim. Haydaaaa... Ne zaman ki millet, o tıklım tıklım minibüse binmek için hamle ediyor, kadını alıyor bir gülme... Hamle edenleri inceledim bir süre. Ve kadına hak verdim. Yahu içeriye girmek mümkün değil, dışarıya çıkabilen de yanındaki en az üç kişiden bir kaç parçayı da kendisiyle birlikte sürüklüyor. Kilolu bir kadının hamlesi bardağı taşıran damla oldu... Kadını görür görmez deli gibi gülmeye başladı hatun. Fırsat bulduğunda da söylendi:
 "İşe gidior işe. Mutlaka, İjeeeee, gidiyorzz." 
Ve bir kahkaha daha... Sonra birkaç kişi daha katıldı gülme işine. Ve son noktayı şoför koydu. Biraz güldükten sonra, koca kafasını hafifçe direksiyona çarparak kendine geldi ve ciddileşerek döndü işine...


OKUYUNUZ

'Kral'ın mahallesi

kiap.jpg

Bir otoyolun kenarında, atılmış buzdolapları, kaza geçirmiş kamyonlar, kırık lavabolarla dolu bir çöplükteyiz. Kendiliğinden oluşmuş bir mahalle burası. Bir zamanlar büyük bir işadamı olan Vico ile sevgilisi Vica'nın, herkese kendi kanununu dayatan Jack'in ve her biri kendi geçmişini bir yük gibi taşıyan Anna'nın, Marcello'nun, Melek'in, Liberto'nun, Saul'ün, Danny'nin, Corina'nın, Alfonso'nun sığındıkları kendine özgü bir mahalle. Büyük zenginliklerin yanı başında büyük yoksulluklar...Ve bu mahallenin Vica'ya aşık köpeği Kral... İşte onun bakış açısından bakıyoruz "Kral" da anlatılan mahalleye...

İŞTE O KADAR

Bir mutluluk kapısı kapandığında diğeri açılır. Ancak biz kapanan kapıya o kadar uzun süre bakarız ki, bizim için açılmış bulunan yeni kapıyı göremeyiz.
Helen Keller


Altın gibi kalbin olsa kaç yazar, "ayarı" bozuk olduktan sonra!
Şoför koltuğu yazısı...


İnsanlara iyi bakın...

Bu hayatta hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi davranan, başta kendisi her şeyle dalgasını geçen, gülen, eğlenen, ciddiye alınacak bir dert tanımıyormuş havalarındaki insanların gözlerine daha bir yakından bakın, haklarında karara varmadan önce... Muhtemelen arka planda bir yerlerde; küskün, öksüz, terk edilmiş ve çok kırılgan bir çocuk size bakıyor olacaktır...