KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Ayrılığı çocuğa anlatamazsın...

Yılanın sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş. Koca İstanbul’da bir kez görüp de bir daha sonsuza kadar görmek istemeyeceğin birini o gün en az iki kez daha görür dehşete kapılırsın! Açıklaması yoktur bunun, ama başına gelir işte. Bu kadar şiddette olmasa da sohbetlerde işin gelip aileye dayanmaması için çaba harcarım. Bu meselelere pek girmek istemem. Özel hayatımdaki yaralar, söylenecek hemen her şeyin söylenmiş olmasıdır belki de neden. Ama bazı şeylerden kaçamıyorsun işte. Gelip burnunun dibinde bitiyor ot...Geçenlerde ince belli bardaktan çaylarımız ve harika birkaç simitle keyif çatarken sohbetin ortasına dalıverdi babalar, anneler, çocuklar ve boşanma vaziyetleri. Bir sağanaktır gelip geçer diye umarak sesimi çıkarmadım. Diğer iki arkadaş da konuyu değiştirmeye çalıştı ama altmışlı yaşların başındaki “neşeli” adam susmadı.
Ve değirmen taşı gibi laflar etti: “Yedi yaşında bir çocuktum. Kardeşim daha küçüktü. Annem ve babam ayrıldılar. Bize bunu nasıl yaparlar? Onları asla affetmedim, etmem de. Şu sandalyeler kadar değerleri yok gözümde...” Adam otuz beş yıl önce evlenmiş, birkaç torun sahibi artık. Hayatında maddi sıkıntı pek yok. Uyumlu görünüyor. Neşeli, gırgır, şamatacı bir insan... Dindar sayılabilir.  Kendi yakasına yapışmıyor. Şaka kaldırıyor, kendisiyle dalga geçmeyi beceriyor. Ama ağır yaralı biri diye geçirdim içimden sözünün hemen ardından ve yüz hatlarına, tavırlarına baktım. O kurduğu kısa cümleleri kadar soğuktu. Duygu yoktu ya da duygular çok derinlerde bir yerlerde ve üzerlerine beton dökülmüştü. İşin tuhaf tarafı öfke de yoktu adamda. Yok saymaydı onunki.  Katıksız, duygudan eser olmayan, kayıtsız şartsız bir yok sayma...Belki de acısıyla, öfkesiyle, derinden incinmişliğiyle, terk edilmişliğiyle böyle başa çıkabiliyor adam diye düşündüm. Bir de, “Ayrılık kararı verirken, bir değil, kırk bin kez düşünmek gerekir” diye düşündüm, “zira bu kararı çocuklara asla anlatamazsın... Ve hayatın yasalarından biri derhal çalışmaya başlar. Vicdan azabı senin, acısı çocuğun payına düşer...” 

kitap.jpg
OKUYUNUZ
Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro, Uzak Tepeler adlı romanında büyük toplumsal dönüşümlerin bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini, görev duygusu ile özgürlük arzusu arasındaki çatışmayı ve modern çağda kimlik arayışını ustalıkla anlatıyor. İngiltere’de yalnız yaşayan yaşlı Japon kadını Etsuko’nun büyük kızı Keiko intihar eder. Kısa süre sonra Etsuko’nun küçük kızı Niki annesini ziyarete gelir ama anne kız arasındaki duygusal mesafe, Etsuko’nun anılarına gömülmesiyle daha da artar. Bugünle ilgili bazı gerçekleri açıklayabilmek için, geçmişin gözden geçirilmesi şarttır... 

Olmaz usta...
Çok duymuşsunuzdur. Herkese iyi davrandığı halde, kazık üstüne kazık yiyen iyi biri sonunda pes ederek şöyle der:
“Artık bundan sonra ben de kötü olacağım. Kimseye iyilik yapmak yok.” Olmaz usta... Zira karakterine uygun değil bu kararın. 
Sen iyisin ve öyle kalacaksın.
“İyi de ya yediğim kazıklar” derse?
“İyi bir insan olarak kal” derim, “ama kendini kazıktan korumayı da öğren, bu mümkün...” 


BEYEFENDİ
Sabrın sonu selametti...
Sabır da öğrenilen bir meziyetmiş meğer diye birkaç kez söylendi Beyefendi. Zira ağır bir hata yapmaktan son anda kurtulmuş, uçurumun kenarından dönmüştü. Hayatta çok şeyin göründüğü gibi olmadığını, madalyonun iki yüzü olduğunu biliyordu Beyefendi. İnsanların söylediklerinin değil, asıl söylemediklerinin bazen çok daha önemli olduğundan da haberi vardı. İnsanı tam olarak anlamak mümkün değildi. İnsanların zaaflarını, açmazlarını gizleyebilmek için maskelerin ardına saklandıklarını biliyor, gerçek yüzlerini bazen kendilerinden bile sakladıklarını seziyordu. İnsanın kendini tanımasının sanıldığı kadar kolay olmadığını biliyordu. Bu durumda da kendini bile doğru düzgün tanıyamayan insanın başkaları hakkında ahkam kesmesine prim vermiyordu. İnsanların güçlü yanlarını abarttığının, kendilerini hiç de sahip olmadıkları meziyetlere sahipmiş gibi gösterdiğinin farkındaydı. İnsanın zor yerine kolayı seçeceğini ve çıkarı için rahatça yalan söyleyebileceğini biliyordu. Ve yalanın en iyi sığınağının gerçeğe en yakın bir yerde olduğu hakkında bilgisi vardı. İyi niyet genellikle suistimal edilir, yapılan iyilik çoğunlukla cezalandırılırdı, bunu da bilirdi.  Deneyimleri kulağına, dostların yeri geldiğinde başkalarından daha çok üzebileceğini fısıldıyordu. 
İnsanları yanlış anlamak her zaman mümkündü. Ve insanlar tümüyle dürüst olsalar bile anlatmak istediklerini ifade edebilecek yetenekte olmayabilirlerdi. İnsanlar aceleci, telaşlı, endişeli, korkmuş, bir şeylerden kaçıyor olabilirlerdi. Evet, dedi kendini sakinleştirdiğinde, bunların hepsi mümkündür...
Ancak, yaşayarak öğrendim ki, bütün bunları biliyor olmam bazen en sıradan bir dertten bile kurtaramayabilir insanı. Gerçek bazen gözümüzün önünde, elimizin altında, çok yakınımızda, kafamızın içindeydi. Çok az gerçek çetindi ve ortaya çıkmayı beklerdi.
Ve başta söylediğine benzer bir şey daha dedi: Sabır öğrenilirmiş meğer ve insanı çekip alırmış belanın içinden...


İŞTE O KADAR

Görkemli mutluluklar yoktur, hayatın eşref saatlerinde biz fanilere bahşettiği keyifli anlar vardır...



GEÇİP GİDERKEN
Bir ev, sadece bir ev değilmiş meğer...
Sanki ayaklarım benden bağımsız hareket ediyordu ve o sokakta on yılımı geçirdiğim evin karşısında buldum kendimi. Kadıköy’de sahile yakın bir kavşağın hemen köşesinde ikinci katta bir daire... Otuz beşimde merhaba, kırk beşimde ise eyvallah dediğim evim diye geçirdim içimden... Salaştı apartman ve evim. Ve tabii ki ben de. Daha akılsızdım muhtemelen o zamanlar. Çılgın da olabilirdim biraz. Yolun yarısında biraz serseri, biraz bohem, biraz öfkeli, biraz hergele bir karakter diye de ekleyebiliriz... Hayatın hızlı aktığı, evimi de kendime uydurduğum yıllar. Evimin duvarlarına dert anlattığım yıllar...  Anlamadıklarını varsaydığımda benden okkalı bir yumruk yiyen duvarlarım. Evimin duvarları... Şimdi bile zihnimin bir köşesinde uçuk mavi renkleriyle kendilerine yer bulan duvarlar... O duvarlar çok şey bildiler ve susmayı da eklediler bildiklerinin yanına...
10 yıl diye düşündüm... 
Daha dün, o pencereden nisan yağmurlarına avuç açmıştım diye mırıldandım, daha dün! Ve sonra da onca anının hatırına ekledim hüzünle: Bir ev sadece bir ev değilmiş meğer...
kopek.jpg
HAYVANCA...
Köpek ne de güzel bakar...
Evde beslediğim köpeğim olmadı. “Yalnız yaşayanlar için ideal bir arkadaştır köpek” dedi bir dost. Bu arada kendisi üç günlük bir seyahate gidecekmiş. “İstersen” dedi, “köpek sende kalsın. Zaten tanıyor seni, seviyor da. Böylece köpek bakımı konusunda staj yapmış olursun.” Ciddi bir sorumluluktu, ancak aklıma yattı, tedirgin olmama karşın kabul ettim. Maması, minderi, yorganı, falan filanı getirdi dostum ve gitti. 
Kaldık mı hayvanla baş başa... Hay Allah, ya yanlış bir şey yaparsam, ya hayvanın psikolojini berbat edersem gibi endişeler içindeyken, harika bir şey oldu. Tedirginliğimi anlayan köpek yardımcı oldu bana! Çişini, kakasını söylüyor hayvan hareketleriyle! Yarım saat dolaştırıyorum, huysuzluk etmiyor, çekiştirmiyor, ben ne yiyorsam o da yiyor, sesini çıkarmıyor, havlamıyor, benimle bir süre oynuyor, sonra uzanıp keyif çatıyor karşımda. Ve çok önemli bir şey daha... Bütün hareketlerimi takip etti o üç gün boyunca. Ne zaman kafamı kaldırsam, bana dikkatle bakarken yakalıyordum onu. Ve çok güzel bakıyordu kerata. Minnet dolu, mutlu bakışlar... Ve en küçük bir tıkırtıda, alçak sesle havlayıp uyarıyor, korumak için emir bekliyordu...
Anladım ki, beni en az benim kadar iyi tanıyordu artık Haciko...