KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Travma, adalet ve Trabzon

8 Nisan 2015 tarihli Leman dergisi fecaat bir kapak yapıp da bir berbat zihniyeti bir kez daha ortaya koymasaydı, bu yazıyı yazmazdım. Fenerbahçe kafilesini Trabzon’da kurşunlayan haydutlar eleştiriliyor güya. Oysa görülüyor ki, dert başka. Kapakta, Trabzonlular Fenerlileri öldürüyor ve kupayı alıp kaçıyor... Büyük bir mizah dergisinin koca bir kente yakıştırdığı bu işte... Fırsatını buldun ya, kinini kus durumu... Tövbe, tövbe çekerek acı acı gülüyorum... Ucuzluk... İlkellik... Aymazlık... Sorumsuzluk... Cahillik... Edepsizlik... Hırtlık... Ne ararsan var zira... Neyse, hazretleri kendi hallerine bırakarak kente bakalım şimdi... Ülkenin çok önemli futbol kentlerinden biri ve halkı futbolla yatıp kalkar. Çobandan, nineye, garsonundan, bilimadamına, entelektüelinden  işadamına ortak bir tutkudur futbol. Her birey en az teknik direktörler kadar maçı “okur.” Öyle ki bazen ninenin kurduğu kadronun aynısını teknik adam sahaya sürer. Başkası yaparsa biz de yapabiliriz der Trabzon halkı. Başarıyı sever. İmparatorluk ve şehzadeler şehri olduğunu bilir. Boyun eğmez. Burnunun dikine gider. Merkez olduğunu bilir ve ona göre davranır. Ayrıca her birey birer ağadır, beydir, kendi başına küçük bir dünyadır. İmparatorluk geçmişi, bu halka adalet duygusunu miras bırakmıştır. Hakkaniyet çok önemlidir. Haksız olduğunda kabul eder, boynunu bükerek özrünü diler. Heyecanlıdır. En az aklı kadar duygularıyla yön verir hareketlerine ve dolduruşa getirilmesi kolaydır. Dobradır ve son söylemesi gerektiğini başta söyleyerek çıkar işin içinden. Yenmek gibi yenilmek de vardır kitabında elbette. Ama “adam gibi yenilmek” ister. Ayak oyunlarını bilmez bu halk. Centilmendir, bazı kendini bilmezlerin aksini söylemesine karşın. İşte bu insanların takımıdır, İstanbul hegemonyasına baş kaldırarak tam 6 kez şampiyon olan Trabzonspor... Bu takım Trabzonlu için çok şeydir. Semboldür, kimliktir, mutluluk ve mutsuzluk kaynağıdır. Gururdur, gözyaşıdır, sevinçtir. Hayatın en önemli parçalarından biridir işte... Bu takım onun gözbebeğidir. Ve burada şimdi bunları sıralamanın anlamı yok, bu kent halkı çok uzun zamandır haksızlığa uğradığına inanıyor, bu yüzden de travma yaşıyor. Kent halkı futbola bulaşan her türden şiddeti şiddetle lanetlerken, madalyonun öteki yanında anlaşılmayı bekliyor. Ve istedikleri çok şey değil yönetenlerden...  “Adaletle yönetin, bizi ciddiye alın, hak yemeyin.”

BEYEFENDİ

Geçmiş seni affetmeyecek...

Bir zamanlar ben de herkes gibiydim diye kendine serzenişte bulundu Beyefendi. Ben de dedi, geçmişimde yaptıklarımın, yapmadıklarımın nedenlerini anlamak yerine suçlardım kendimi daha çok. Günaha girmişsem, hata yapmışsam, kendimi olmadık yerlerde bulduysam, utandıysam, kazanacak yerde kaybetmişsem, kendimi durmadan döverdim. Oysa bütün bunların yeşerdiği, hayat bulduğu, kendini yetiştirdiği bir zemin olması lazımdı, değil mi? Evet, vardı böyle bir zemin. Bunu sezerdim, cahil zamanlarımda, ama önlem almak yerine sitem ederdim, söverdim kendime. Oysa o zamanlar bir cümle çalınmıştı kulağına ve yer edivermişti:
Eğer bir zamanlar bir şey olmuşsa, biliniz ki, o sırada ondan başka bir şey olmayacağı için o olmuştur.
Peki, hakkını vermiş miydi bu cümlenin?
Değil elbette.
Zira o zamanlar duygularını kontrol altına alarak hayata rasyonel bakmayı beceremiyordum diye söylendi.
Aklı başında, nesnel bir sonuç elde etmek amacıyla kendini acımasızca sorguya çekmek başka şey, kendine hakaret başka şey dedi.
Peki, ben neden daha çok, kendime hakaret etmekle geçirdim yıllarımı? Olgunlaşmam çok uzun yıllar mı aldı? Başkaları da mı geç olgunlaşırdı? Yoksa yine tek kaybeden ben mi oldum?
Evet, kendimi hak etmediği sıkıntılara soktuğum doğrudur dedi Beyefendi. Ancak şimdi geriye doğru bakıp düşünüyorum da, elimden gelen buydu galiba. Yapabileceğim buydu. Ne daha azı, ne daha çoğu... Bu kadar...
Hataların, günahların, savrulmaların, her türden olumsuzluğun boy atabildiği bereketli bir zeminden söz ettim az önce dedi. İşte yapmam gereken o zemini kurutmaktı, sitem ve sövüp saymak yerine. Ama yapmadım, yapamadım. Ya gücüm yoktu, ya işime gelmedi, ya da o zamanın kıt hayat bilgisi dışında kalıyordu bu iş.
Vaziyet budur efendim diye söylendi kendi kendine Beyefendi ve dedi ki:
Hey geçmiş, beni asla affetmeyeceğini biliyorum, ama anlamanı beklemek de hakkım olsa gerek...


İŞTE O KADAR

Her şeyden biraz olma, bir şeyden ya tam ol, ya da hiç olma...


untitled-3-004.jpg

OKUYUNUZ

Abdülhamit’in son saltanat günlerinde küçük bir Ege adasında yıllardır sabırla Osmanlı hükümetine ya okunmayan ya yerine ulaşmayan ya hasıraltı edilen jurnaller yollayan küçük, garip bir adam, Basil Pascali. Görünüşteki zavallılığına rağmen sanattan, güzellikten habersiz değil. Esrarengiz bir seyyahın gelip Pascali’nin platonik aşkı ressam Lydia ile tanışmasıyla, kendimizi entrikalarla dolu sürükleyici olayların ortasında buluveririz...

Bu işi sevdim!

Karşı cephe-deki partiden aday olmak için uğraşan insanlara yalaka, yandaş diye sabah akşam hakaret et; sonra kendine yakın bulduğun partiden milletvekili adayı olabilmek için her yerini yırt...

Muazzam ilkeli bir tavır...

ANADOLU’DAN...

Anne entelektüel düzeyi yüksek sohbet mi istedi!

Taşralı anne ilkokula bile gitmemiş, ama varını yoğunu ortaya koyarak oğullarını okutmuş. Kimi adam olmuş, kimi olamamış. Metropolde yaşayan oğlu, taşra ve kent kültürü arasında sıkışıp kalmış. Nereye ait olduğunu, nereye ait olması gerektiğini bilmiyor. Bir ara annesi oğlunun kendisini aramadığından yakındı bana. Üzüldüm, öfkelendim... Birkaç gün sonra genç adamı aradım ve annesinin sitemini ilettim. “Annem ve babamla ortak hiçbir şeyim yok ki! Ne konuşacağımı bilmiyorum, onun için de aramadım” dedi. “Yahu ortak çok şeyiniz olmadığını biliyorum ben de” dedim, “bu insan annen. Ve emin ol senden entelektüel düzeyi yüksek bir sohbet beklemiyor! İki dakika hatırını sor yeter be...” Biraz gönülsüz, “Peki abi” dedi. Birkaç gün sonra anne aradı ve şöyle dedi:“Sağol evlat, oğlum aradı. Konuştuk. Epey de ağlaştık...”

“Ne konuştunuz ki, ağlaştınız” dedim.“Önemli şeyler değil, hal hatır sorduk işte” dedi anne, içten, ama kırılgan bir ses tonuyla...

untitled-2-005.jpg

SOKAKLARDAN...

Korkmuş yavru kediyi hayata taşıyan polis

Bizim gazetenin iki yöneticisi, birkaç gün önce akşam saat sekiz sularında Boğaziçi Köprüsü’nü araçla geçmeye çalışıyor. Trafikte gıdım gıdım ilerleyebiliyor araçlar. Kırmızı ışık yanıyor Beşiktaş’ta Barbaros yokuşunun köprüye yol verdiği yerde. Tam o sırada bir yavru kedi paniklemiş halde araçların arasında dolaşıyor. Görenler kediyi oradan alıvermek için çareler düşünürken genç bir polis çıkageliyor. Belli ki kedi dünyasından anlıyor. Kırmızı ışık yeşile dönmeden küçük kediyi ensesinden yakalamayı başarıyor ve uzakta, ağaçların, otların olduğu tehlikesiz bir yamaca bırakıyor hayvanı. Ve geldiği gibi gidiyor.Gazetenin yöneticileri konu üzerine laflayıp ağır ağır ilerlerken, polisi, yaklaşık 100 metre kadar ileride motosikletine binerken görüyorlar. Ve camı açıp teşekkür ederek kutluyorlar polisi.Yaptığından keyif aldığını belli eden genç polis şöyle diyor gülerek:

 “Küçük hergele epey zamandır oradaydı. Bayağı bir uğraştırdı beni. Ama sonunda açık alana aldık işte...”Hikayeyi dinledikten sonra , “İşte bu toprağın polisi” diye geçirdim içimden.

Ve bir dilek daha eşlik etti...Umarım bu insanların sayıları artar...