KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Tadacağı acı rüyasına girdi

Ekrem Hayri Üstündağ, Trabzon’da genç bir doktor iken bir rüya görür. Rüyada ihtiyarlamış, manen yıkılmış bir adamdır. İki cenaze kendisini takip etmektedir. Biri ona sokularak, “Bu gördüğün cenazeler, senin iki evladınındır” der.

Oysa Ekrem Hayri evli değildir. Buna rağmen rüya onu sarsar, kan ter içinde uyanır. Altı üstü rüya diye düşünür ve geçiştirmeye çalışır, ama naif bedeni tir tir titremektedir oturduğu yatakta. Kalbi yerinden fırlayacak gibidir.

Trabzon’dan sonra Üstündağ, Giritli bir hanımla mutlu bir evlilik yapar. Bülent ve Piran adlı iki erkek evlat babası olur. İzmir’e yerleşir, Fransız hastanesinin en sevilen doktoru olur çok geçmeden. Herkese yardım eder. Alsancak’ta güzel bir yalı, Çeşme’de de hoş bir ev alır.

Doktor Üstündağ, sevilmesinin yanında çok da sayılır İzmir’de. Kardeşinin İstanbul valisi olmasından zerre kadar yararlanmayı düşünmez.

Ve gün gelir, politikaya girer...

Önce İzmir’de Serbest Fırka. Çok sonraları da Demokrat Parti’nin kuruluşunda yer alır. Sonra bu partiyle ters düşer. Hürriyet Partisi’ne katılır. İnsanların insan haysiyetine yaraşır bir hayat yaşamasını, özgür olmalarını ister. Mücadelesi bunun içindir. Yumuşak, merhametli, sakin, duru bir insandır. Ama bu onun son derece kararlı olmasına engel değildir. İyidir, şefkatlidir, görüşleri ne olursa olsun bu adamı herkes sever, saygı duyar.

Ve hayat ilk sillesini indirir....

Önce küçük oğlu Piran, askeri kampta güneş çarpması sonucu ölür. Büyük oğlu Bülent ise çok daha talihsizdir. İzmir’de çıkardığı bir gazetede, kendisi yedek subay olduğu için karısını yazı işleri müdürü yapar ve iktidarı eleştiren sert bir yazı yazar. Ancak asker olduğu için yazıya imzasını atamaz. Yazıdan ötürü hamile olan karısı tevkif edilir. İşte bu canevinden vurur Bülent Bey’i. Dayanamaz ve intihar eder.

Ve böylece Üstündağ’ın Trabzon’da gencecik bir doktor iken gördüğü rüya gerçek olur...

Başına geleni arkadaşı Enver Güreli’ye anlatırken gözleri dolar. “Kolay değil Enver Bey” der, “iki evladımı da kendi ellerimle toprağa verdim. Piran ölünce Trabzon’daki rüyamı hatırladım. Bütün benliğim korkuyla doldu. Ama bu rüya dedim kendi kendime, inanma. Kaldırıp atmak istedim bu endişeyi. Ama aradan zaman geçti, büyük oğlum intihar etti. O uğursuz rüya gerçek olmuştu...”

**

OKUYUNUZ

untitled-1-006.jpg

“Bir Dilek Tut Benim İçin”  MaeveBinchy’nin 1982’de yayımlanan ilk kitabı. Biri İngiliz, biri İrlandalı iki kız çocuğunun ilk aşkları, evlilikleri, doğumları, kavgaları, ölen yakınları...

Yaşadıkları imkânsızlıklara rağmen birbirine kenetlenen, dostlukları sayesinde ayakta kalmayı başaran iki arkadaşın hayatlarındaki çalkantılı 20 yılın hikâyesi...

Binchy, iki ülke ve iki aile arasındaki farkları gözler önüne sererek kitabın çatısını oluşturuyor. Kitabın ilk bölümleri fazlasıyla esprili. Binchy, sıcak bir dille ve büyük bir şefkatle yazdığı romanında iki uyumlu karakterin zengin tasvirleriyle dolu mükemmel bir hikâye anlatıyor.

**

BE­YE­FEN­Dİ

Kedi, efendim ve eve giden yol

Galatasaray’da işini bitirdikten sonra Tepebaşı’na indi ve otobüse bindi. Unkapanı’nda indi. Artık kokmayan Haliç’in kıyısından Balat’a doğru yürüyüşe geçti. Hava serin olmasına karşın parklarda çocuklar bağırıp çağırıyor, oynuyorlardı. Sessizce aralarından süzüldü Beyefendi. Önünde yürümesi gereken en çok bin beş yüz metre kadar bir yol vardı. Devam dedi. Mahkemealtı Parkı’nın orada duraladı. Az yukarıda neredeyse 500 yıllık SurpHıreşdagabed Ermeni Kilisesi’ne baktı. Yürüdü sonra akşam güneşinin sularında oynaştığı Haliç’e arada bir göz gezdirerek. Fetihten bir ay önce Fatih’in yaptırdığı bir engel çarptı gözüne. Adımları onu Or-Ahayim Yahudi Hastanesi’nin oraya kadar götürdü. Kokusuna dayanamadı ve bir simit aldı. Yürüdü. Haliç Köprüsü’ne az kalmıştı. Biraz geri yürümeli dedi içinden. Sağına Şeyh Abdülvedüd Sultan Türbesi’ni alarak yürüdü. Biraz ileride bir başka alan çıktı karşısına. Ebu Şeybetullah, Hazreti Ka’b, Ubeytullah Bin Bekir ve Ahmet El Ensari’nin yattığı türbe alanı burası. İçerisi kalabalıktı, bakarak yürüdü. Sonra restore edilmekte olan Hatice Sultan Sıbyan Mektebi çıktı karşısına. Biraz ileride Muhammed El Ensari Türbesi vardı. Onu da geçti ağır adımlarla. Ara sokaklara girdi. İlk karşısına çıkan bina, bin beş yüz yıllık olduğu söylenen Meryem Ana Ayazması oldu. Önünden birkaç sokak geçince bir başka türbe çıkıyor karşısına. Ebu Zer Gifari Türbesi. Göz gezdiriyor bir süre. Tarihi bir kalıntı olduğu gibi korunmuş bahçede. Her yer temiz diye söylendi, bu iyi. İki orta yaşlı kadın konuşarak geçti yanından ve duvara yakın bir yerde duaya durdular.

Bir başka sokağa atarken kendini, “Sanki eski zamanın içinde, ruhani bir evrende yürüyorum” diye mırıldandı Beyefendi, hafiften ürpererek.

Yolunun üzerindeki büfeye girerek birkaç soda aldı ve bugüne döndü.

Evinin avlusunda kapıyı açmaya çalışırken bir kedi yanaştı ve nevale isteyen acıklı bir sesle miyavladı Beyefendi’ye.

Sesin geldiği yere dönerken, “Efendim” deyiverdi gayri ihtiyari.

Ve gülümsedi bu garip kibarlığına sonra...

 

İŞTE O KADAR

Ölümden korkmadığını söyledi adam. Neden korkmuyorsun diye sormuşlar. Şöyle cevap vermiş: “Ben varken o yok, o geldiğinde ise ben olmayacağım da ondan.”

SOKAKLARDAN

109503-003.jpgPencerede bir ana...

İstanbul’un yoksul mahallelerinden birinde bir sokak. Sırtında eski hırkası, başında beyaz saçlarını örten yaşmağıyla, eli çenesinde oturuyor bir ana. Bir yerlere, bir şeylere bakıyor gibi. Yoksa bakmıyor mu? Geçmişi mi düşünüyor? Çocukluğundan mı başladı geçmişe bakmaya, yoksa şimdiki zamandan geriye midir yolculuğu? Belki de hiçbir şey düşünmüyor. Uçup giden yıllar, onlarla birlikte uzaklaşan çocuklar, torunlar, hayatlar... Ve koca bir ömrün sonbaharının da son baharı... Pencerede bir ana... Bakıyor, ya da bakmıyor. Ne yaptığını bir Allah bir de kendisi biliyor. Orada, koca bir tarihi sırtlanmış bir ana var... Ve bizim tek bildiğimiz bu...

**

ANADOLUDAN

60 yıl önceki lise aşkı

Seksene merdiven dayamış adam, ama güzel, diri, anlamlı bakıyor. Değer verdiği kırklı yaşlardaki öğretmenle sohbetin bir yerinde hüzünlendi yaşlı adam. Durumu sezen öğretmen soru soran bakışlarını gözlerine dikti adamın.

 “Az önce geçen kıza ne kadar da benziyordu” dedi ihtiyar.

 “Görmedim abi,” dedi öğretmen “kim, kime benziyordu?”

 “Dur sana anlatayım” dedi ihtiyar, “lisede bir kıza aşık olmuştum. Evlenemedim onunla. Sonra da izini kaybettim. İki kez evlenip boşandım, ama onu unutamadım. Geçen kız ona benziyordu. İçim cız etti hoca be...”

Meraklanmıştı hoca. Devam etti ihtiyar:
 “Geçenlerde arayıp buldu beni bu kız. Şimdi benim yaşlarda tabii ki. Şaşırdım, sevindim, hüzünlendim, içim titredi, hayıflandım. Aman Allah’ım! Deli gibi görmek istedim onu. Beni görmek istiyormuş, bunca yıl sonra...”

Merakla, “Görüştün mü abi, müthiş bir şey bu” diyor öğretmen.
“Hayır,” diyor ihtiyar delikanlı, “düşündüm de 0onu şimdiki yaşlı haliyle görmek istemedim hoca. O güzel, gencecik, diri, melek gibi yüzüyle aklımda kalsın istiyorum. Teklifini nazıkçe reddettim.”
İki adam da  bir süre baktı birbirine...

PANO

Demir tava geldi, kömür tükendi.
Akıl başa geldi, ömür tükendi.
Minibüsçü sözü