KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Tarihin gücüyle evrensele yürüyüş...

Bir zamanlar çalıştığım işyerinden birkaç arkadaşla birlikte yolum İngiltere’ye düşmüştü. Otuzlu yaşların başlarındaydık. Aramızda İngilizlere hayran bir hergele vardı.Kırık dökük İngilizcesiyle onlar gibi konuşmaya çalışıyor, mimiklerini, jestlerini, ağız hareketlerini ezberleyip taklit ediyor, tam bir papağan gibi davranıyordu. Bizlere teknik ders veren adamlardan biri İskoçya’nın küçük kasabalarından birinden geliyordu. Adamın her yanından taşralılık akıyordu, ancak bizim hergele buna da hayrandı. O İngiliz kokan her şeye hayrandı. Bir şey daha... Aynı muhterem Amerikalılara da hayrandı. Görkeme, büyüklüğe, güce, pragmatizme bayılırdı. O zamanlar çok da kafama  takmadım bu hayranlığı. Ne de olsa dünyaya hükmetmiş, güneş batmayan imparatorluk kurmuş bir ulustan söz ediyorduk. Öteki ise süper devletti...

Zaman akıp giderken ben biraz daha okudum, akıl biraz daha başa geldi. Analiz yeteneği birazcık daha gelişip olgunlaştı.

Ve düşündüm...

Tarih, benim yaşadığım topraklarda başladı. İnsanlar en az 10 bin yıl önce buralarda, tarıma başladı. İlk uygarlıklar buralarda kuruldu. Dünyanın başka yerleri köy aşamasına bile ulaşamamışken ilk büyük şehirler 10 bin yıl önce bu topraklarda kuruldu. Evlenmeden ölüp gitmiş genç kızlar için bile yasalar yaptı buralardaki kadim medeniyetler. İlk büyük savaşlar, anlaşmalar bizim buralarda yaşandı. Sayısız uygarlığın yanında dünyanın gördüğü en görkemli imparatorluklara vatan işlevi gördü bu topraklar. Roma, Bizans, Osmanlı imparatorlukları birkaç bin yıl boyunca buralarda medeniyetlerini tarihe yazdırdılar.

İngiltere, özellikle de ABD bu toprakların yanında daha dünkü çocuk bile değil. Ama bakıyorsunuz bizim en çok da okumuş yazmışımız, mürekkep yalamışımız, daha çok bayılıyor bu adamlara. Onları taklit ediyor, onlar gibi olabilmek için çırpınıyor bu tipler. Ancak çırpınmakla da kalıyorlar. Zira alt kültürleri onlar gibi olmalarına engel. İki cami arasında beynamaz bir vaziyette ömür tüketiyor bizim şaklabanlar.

Peki, günün birinde adam olur mu bunlar?

Hiç sanmıyorum.

Ancak bu toprakların yerlileri ayağa kalkacak bir gün elbette ve günümüz değerleri yanında görkemli tarihinin derinliklerinden gelen gücü de arkalarına alarak evrensele yürüyecekler...

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Sert ve öfkeli adama selam vermek

Br beyefendi olarak sabahları evden çıkar, üç dakikada ana yola varır, yüz metre kadar düz yolda ilerler, sonra hafif bir yokuşu tırmanmaya başlardım. O zamanlar sabit biriydim. Sekiz çeyrekte çıkardım evden. Yolda sırasıyla yüzü yaralı bir genç kadın, neşeli genç bir çift ve sonra da otuzlu yaşların ortalarındaki o adama rastlardım. Bazen beş dakika geç kalırsam şayet, mahallemize giriş yapan sokakta rastlardım adama. Uzun boylu, kara sakallı, yüz hatları sert, öfkeli, üstten bakan katı biri. Ona en az on kez rastlamıştım aynı saatlerde yokuşun hemen başlarında ve selam vermeye yeltendim bir keresinde. Selamımı almadı. Bir sonraki gün acaba selamı yanlış mı verdim dedim ve bir kez daha gözüne sokarcasına çaktım selamı. Yine almadı. Hay Allah, mahallenin her şeyinden nefret ettiği için mi benim gibi mahalleli birinin selamını almıyor bu adam dedim içimden? Olabilir mi? Niye olmasın! Ertesi gün adamı takip ettim. Bir eczanenin önüne geldi. Kapıyı açtı. İçeriye girdi. Masanın üstünde bir şeyleri kontrol etti. Isıtıcıyı çalıştırdı, sallama çayı hazırladı. Demek ki eczacı... Eczaneye girdim. Üstüm başım yoksuldu. Sakalım karmakarışıktı. Ama selamım düzgündü. Adam şöyle üsten süzdü beni. Yarım yamalak aldı selamımı. Mutlu olmuş gibi davrandım. Hemen sonra, sanki tedirginmişim, o yüce bir adam, ben de kaybetmişin teki gibi bir pozisyonuna geçtim, eziğin biri oldum.

“Ne istiyorsun” dedi.

Mide ilaçlarından birinin adını verdim, elimi midemin üstüne koyarken.

“O yok bende” dedi üstenci bir tavırla.  “Acaba muadili var mı” diye sordum tedirginlikle.

Bir kaşını kaldırdı, “Allah Allah bu mahallede bu sözcüğü kullanan bir herif” gibilerinden bir yüz ifadesiyle.

“Bir bakalım” dedi.

“Lütfen” dedim. Ciddi bir tavırla yüz hatlarımda gezdirdi bakışlarını. Ve sonra “Ne iş yaparsınız, her sabah erkenden yolda görüyorum sizi de...” dedi.

Sevinmiş gibi yaptım. Zira, adamın gözünde iki dakikada “sen” den “siz” e terfi etmiştim.

“Gezginim” dedim.

“Nereyi gezersiniz” dedi müstehzi bir gülüşle. “Burnu büyük tiplerin ruh dünyasında gezinirim daha çok” dedim. Hıııı gibilerinden bir ses çıkardı. İlacı alıp parasını ödedim.

“10 günlük izne çıkıyorum” dedim, “sizi bir süre selamımla rahatsız etmeyeceğim.”

“İlaçlarınızı tok karnına almayı unutmayın” dedi ve kapıya kadar geldi. Kapıyı açarak sağ ayağımı dışarıya attım. Adama dönüp “unutmam” dedim.

Öteki ayağımı tam dışarıya çekerken, kapının topuğuma çarptığını hissettim.

Yürüyüp gittim, bir beyefendiye kavga gürültü yakışmazdı...

 

*

 

OKUYUNUZ...

2-089.jpg

Ünlü psikiyatr Irvin Yalom varoluşun küçük bir parçasını işgal eden günübirlik hayatları, yani bizi anlatıyor bu kitabında... Yalom kısa hikâyelerde hastalarının mücadelelerini konu ettiği kadar, kendi sarsıntılarını da anlatıyor ve iki önemli sorunun üzerine gidiyor: Kısa da olsa nasıl anlamlı bir yaşam sürüp her günün tadına varabiliriz? Ve ölüm gerçekten ne ifade ediyor? Öfke sorunu yaşayan bir kadın, her istediğine sahip ancak bir türlü mutlu olmayı bilmeyen bir iş adamı, insanın bu dünyadaki konumu üzerine düşünen ve bir yandan da kendi acısıyla başa çıkmaya çalışan yeni mezun bir psikolog... “Günübirlik Hikayeler” zorlukları ve tatlı anlarıyla yaşamı bir bütün olarak kabullenmeyi öğretirken, aynı sayfaya her baktığınızda farklı şeyler görebileceğiniz bir başucu kitabı olduğunu kanıtlıyor.

 

*

 

MAZİDEN

‘O an’ gelip çattığında doğru karar vermek...

Hayatla sık papaz olan bir dostla yarenlik etmek demek, kişisel tarihlere doğru bir yürüyüşü kaçınılmaz kılar çoğu zaman. Mazi masaya yatırılır, alınan ve alınmayan dersler konuşulur, yaşanan acılar gülümsemeler ve mizahla yumuşatılmaya çalışılır. Pişmanlıklar sıkı sık dile getirilir, sonra boş verilir bunlara, olan olmuş, yaşanan yaşanmıştır diyerek. Ancak bu konuşmalarda bir şeyden kolay kaçılmıyor. O anlar... O an çıkıp geldiğinde, kararı vermek...

Üstelik bunun doğru karar olması gerekiyor. Tam zamanı olması gerekiyor.

Birinci dereceden etkileyeceği kişilerin doğru kişiler olması gerekiyor. Zarar değil kar getirmesi, mutsuz değil mutlu etmesi gerekiyor.

Epey konuştuk o an üzerine, yıllar önce o güzel mayıs akşamında.

Söz biterken şöyle dedi dostum:

 “O anın hakkını verebilmek kolay değil. Zira yaşam deneyimi istiyor.”

 “Haklısın” dedim, “ama yaşam deneyimi de bir yığın hata istiyor.”

Aradan yıllar geçti. Ve sanırım ikimiz de hala deneyim oluşturmak için hata biriktirmeye çalışıyoruz.

 

*

 

DOĞADAN...

Fotoğrafa 20 saniyenizi ayırıp bakınız...

3-065.jpg