KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Yaşayıp giderken değinmeler...

Hayatta hak ettiğinden fazlasını almaya kalkarsan eğer, kaçınılmaz olarak doğru yoldan ayrılırsın. Bu durumda da başına geleni hak etmiş olursun. Peki ne kadar hak ettiğini nasıl anlar bir fani? Kendini ve gerçek ihtiyaçlarını iyi analiz ederek elbette.

İnsanları genellikle kategorize ederek sever ya da sevmeyiz. Oysa sevgimizi daracık kalıplara sığdırmaya çalışarak sakatlamanın anlamı yok. Sevdiğimizi kalıplara sokmadan, tanımlamadan, olduğu gibi seversek eğer, hayatımızı tahmin edemeyeceğimiz kadar kolaylaştırmış oluruz.

Hayatını hakkını vererek yaşayan birinin ölümle pek bir derdi olmaz. Zira bilir ki, ölüm olmadığında o keyifle yaşamaya devam edecektir, ölüm geldiğindeyse zaten olmayacaktır.

Adalet er geç yerini bulur derler, ancak buna itirazda fayda var. Evet yerini bulur er ya da geç, ama o zaman adalet olmaz.

Hedefi olan ve onu gerçekleştirmek için çalışan bir insanın daha dinç ve mutlu bir yaşlılık geçireceğini hemen hemen herkes bilir. Peki, o zaman milyonlarca emekli sabah akşam kahvehanelerde bunu bile bile ne arıyor dersiniz?

Hayat, sevinçlerimiz için “Yaşandı ve bitti” damgasını vururken, acılarımıza daha farklı bir muamele yapar. Onların üstüne basılan damgada şu cümlecik yazılıdır:

“Şiddeti zamanla azalsa da ömür boyu sürecektir!”

Ne kadar çok barış çağrıları yaparsak yapalım, şiddet hayatın bir gerçeğidir. İçimizdeki karanlık ve vahşi yanı terbiye edene kadar zaman zaman bedel ödemek zorunda kalacağız ne yazık ki.

Bilge der ki, “İnsan yolun yarısında hayatla başa çıkabilmek için ya çekip gitmeli, ya da kendini ve hayatı gırgıra almalıdır.” Bu fani de der ki, çekip gitmeyi geçiniz, hayatta kalınız ve yolun yarısını Türkiye için yirmi beşe çekiniz. Yalnızlıktan kurtulmanın en emin yolu, kalabalıklar içinde olmak ve bizi sevenlerle kuşatılmak değil, kendimizle dost olabilmektir. Bu durumda sizi en iyi anlayan biri hep yanıbaşınızda demektir.

Ertelediğimiz hiçbir arzu yok olmaz. İçimizde bir yerlerde pusuya yatarak uygun anın gelmesini bekler. Ve arzunun ertelendiği süre ne kadar uzarsa, ileriki yaşlarda siperden çıkıp dizginleri ele aldığında bizleri maskara etme olasılığı o kadar artar.

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Genel teoriler, vicdan ve Freud

Bir zamanlar özel bir kadınla evliydi. Dışarıdan bakanlar için bu evlilik mükemmeldi. Ve özellikle Beyefendi’yi yakından tanıyanlara göre kadın çok şanslıydı. Ama elmanın içindeki çürüğü kimselerin görmediği, görmek için bakmadığı anlaşıldı birkaç yıl içinde. Bitti “o güzelim” evlilik. Ve, “İki taraf da kaybetti,” bir büyüğün dediğine göre.

Zaman acıtarak, yalnızlığa boğarak, acımasız bir şekilde üzerine istediği zaman, beklenmedik anlarda çullanarak geçiyordu. Ve Beyefendi, sorununa, terk edilmişliğine, üstelik de elinden gelen her şeyi yürekten yaptığına inandığı bir zamanda akıl erdirmekte zorlanıyordu. Çok insanın gıptayla baktığı bir evlilik neden biterdi? Karısı ne istemişti de o verememişti? Burada sorun olmamalı diye düşündü yıllar yılı. Zira açık birisiydi ve karısının kendisiyle neyi istiyorsa sansürsüz konuşabileceği ortamı yarattığına inanıyordu. Hayır, karısı buna rağmen konuşmamış ve evliliğe aniden noktayı koymayı yeğlemişti. Neydi bu başına gelen?   Anlayabilmek için önceleri okumaya karar verdi. Bu işin sırrına kitaplardan yararlanarak erebilirdi, anahtar oralarda bir yerlerde, belki de satır aralarındaydı. Çok çalıştı, eşelendi, kazdı. Sorunu çözecek kadar olmasa da en azından yüreğini soğutacak bazı verilere ulaştı. Ama bu çok yetersizdi. Hem soruna tam olarak çözüm getiremiyordu, hem de kırılgan iç dünyasındaki yaralara merhem olmaktan henüz uzaktı.

Bir süre sonra gerçek anlamıyla bir çocuk kadar saf, korunmasız, neyse o olarak bıraktı kendini hayatın akışına. Ve buradan da epey bilgi biriktirmeyi başardı. Ve sanki şaşırmış gibi dedi ki kendi kendine, “Sorun belki de kadınlarda değil, senin bakış açındadır.”

Bir sorunu daha vardı artık. Bakış açısını gözden geçirecekti. Yaptı bunu, kişiliğini oluşturan temel değerlere dikkat ederek. Sonra insan ilişkilerini gözlemledi. Kendi iç dünyasına daldı. Dışarıdan başka bir gözün baktığı gibi baktı kendine.

Ve ayrılığın ardından nice yıl gelip geçtikten sonra bir akşam vakti, üç şey düştü zihnine ve rahatladı. Nihayet... Birincisi şuydu: İyi bir evlilik için samimiyetle elinden geleni yap. Buna rağmen yürümezse vicdanın rahat olur. İki. Hiçbir kadına genel teorinin merceğinden bakma, her kadın özeldir zira. Üç. “Otuz yıl kadın düşüncesiyle boğuşup durdum. Ama şimdi soruyorum: Kadınlar gerçekte ne ister” diye hayıflanan Freud’a kulak ver dedi içinden...

 

*

 

BUNU YAPMAYIN

Hayvanı al, keyfini sür tatil bitince de sokağa at

Geçenlerde bir köpeğin boş bir sahildeki hallerine bakıyorum... Fotoğraf İstanbul’da çekildi. Efendim halkımızın milyona yakın bir kısmı yaz tatilini Büyükçekmece’de geçirdi. İnsanlarımız, ya kendileri, ya eşleri, ya da çocukları için köpek besledi yaz tatilinde. Peki, sonra ne oldu? Yaz tatili bitti. Ve bir nedenle köpek sahibi olmuş bu insanlar o kısacık tatilin ardından köpekleri kapı dışarı ederek çekip gittiler... Yazının girişinde köpeğin halleri demiştim... Köpek ürkek, karnı aç, kaburgaları çıkmış neredeyse. Köpek şaşkın, üstü başı kirli. Nereye gideceğini, nereye sığınacağını, nerede, nasıl besleneceğini bilemiyor. Sokağı bilmiyor hayvan... Bilmediği, muhtemelen de kışı sağ çıkaramayacağı bir ortama atılmış zavallı hayvan. Ve bu haltı yiyen, dışarıdan bakanlar için pekala hayvan sever biri olarak tanımlanabilir ne yazık ki. Bu insanların çoluğu çocuğu var, sevenleri var. Allah bilir karısını, kızını, oğlunu, varsa torununu, dostlarını, annesini, babasını, kocasını, kardeşlerini seviyordur ha!

Geldik mi şimdi zurnanın zırt dediği yere... Demem o ki, yahu böylesine acımasız bir psikopat,  şişmiş, bencil egosunun dışında kimi sevebilir ki...

 

 

*

 

OKUYUNUZ...

2-131.jpg

“Uyuyamıyorum. Tam on yedi gün oldu. On yedi gündüz ve on yedi gece. Çok uzun bir zaman. Artık uykunun nasıl bir şey olduğunu bile tam olarak anımsayamıyorum...

Gözlerimi kapatmayı denedim. Sonra uyumanın nasıl bir his olduğunu hatırlamaya çalıştım. Fakat orada yalnızca uykuya yer olmayan zifiri bir karanlık vardı. Bu, zihnimde ölümü çağrıştırdı. Ölecek miyim acaba, diye geçirdim İçimden. Eğer bu şekilde ölüp gidersem, benim yaşamımın anlamı ne olacak?”

Uykuları çalınmış bir kadının öyküsü Uyku...

Haruki Murakami’den tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz, her okumada yeni keşifler vaat eden sarsıcı bir anlatı...

 

*

 

ANADOLUDAN

Demek bu milletten adam olmaz, öyle mi?

1-156.jpg

69 yaşındaki Prof. Dr. Aziz Sancar, Mardin’in Savur ilçesinde, okuma yazma bilmeyen ancak eğitime önem veren sekiz çocuklu bir anne-babanın evladı olarak doğdu. Ülkemizde okudu. ABD’de en az 20 yıl DNA ile uğraştı. Ve kimya dalında Nobel aldı. Hepimiz gururlandık bilim insanımızın bu başarısıyla. Çok sayıda yazar, gazeteci, akademisyen, proğramcı çok şey söyledi Sancar’ın bu büyük başarısı hakkında. Hemen hemen her şey yazıldı gibi. Benim edeceğim kelam ise az. Birkaç cümle kadar... Sayın Sancar verdiği bir yığın dersin yanında bir şeyi daha çakmış olmalı bazılarının kafasına. Kendisinin asla adam olamayacağını bile bilmeyen niceleri, hani, “Bu milletten adam olmaz” der ya, sözüm onlara...

Efendiler, bu millet bir kasabadan yola çıkarak bir imparatorluk kurdu. Bu milletten adam olur! Oluyor da... Peki ya sizden? Efendim? Duyamadım...

 

*

 

İŞTE O KADAR

“El alem ne der,” sözü kadar duvarları yüksek bir başka hapishane daha var mıdır?