KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Yaptığın işe ruhunu da katacaksın, ama...

Bir zamanlar hayattan dayak yiye yiye epey akıllanmış, hatta bilgelik merdivenlerinin basamaklarından hatırı sayılır bir kısmını geride bırakmayı başarmış yaşlıca bir ağabeyim vardı. Yıllar önce ayrıldı aramızdan. Dünya bir rengini kaybederken, ben daha çok şey kaybettim. Hayatı “sökmüş” biriyle yarenlik edenler bilir, muhteşemdir. Ve ben bu muhteşem adamla, bu keyfi sık olmasa da yaşadım. Bir keresinde Moda kıyılarında taşlara oturmuş, söyleşirken, nefretten açmıştı sözü. Nefretle uzaktan yakından ilgisi yoktu ağabeyimin. Şaşırmıştım. Halimi görünce gülümseyerek, “Birinden nefret ettiğim yok evlat” demişti her sözcüğün üstüne basarak, “onu hayatımdan çıkaralı çok oldu.” 
Neden bu kelamı ettiğini merak ettiğimi anlamış olacak ki, devam etti:
 “İnsan dediğin yaptığı her işe kendini, yani ruhunu da katmalı. Yoksa bir halta benzemez yaptığı her ne ise. Ben aklımı başıma devşirdiğimden beri bunu yapmaya çalıştım. Bir gün iç dünyama sıkı bir yolculuğun ardından irkildim evlat. Evet, yaptıklarıma ruhumu katıyordum, en azından olabildiği kadarıyla. Ancak devasa bir sorun olduğunu anladım. Zira nefret denen o kötücül duyguyu yenmiş değildim. Hayatımda o da vardı. Ve o duyguya da ruhumu katar olmuştum farkında bile olmadan. İşte bunun için irkilmiştim.” 
Bir süre sustu. Montumun cebinden cigarasını çıkardı. Ağır ağır dudaklarına götürüp yaktı. Dumanı Marmara’ya doğru üfledi ve yarım saniyelik bir bakış atarken yüzüme, “Nefret zaten çok güçlü bir duygudur evlat. Bir insanın bütün benliğini ele geçirebilir. Ve insan ancak onu yendiği zaman özgür olabilir. Nefrete ruhumu kattığımda çok daha güçlendiğine ve beni tam anlamıyla esir aldığına tanıklık ettim birkaç kez. Üstelik benim bir sorunum daha vardı bu alanda. Farkında değildim ama, kendimden de nefret ediyorum. Zira kendime karşı bir yıkım ekibi gibi çalışmışım uzun yıllar. Az çok sen de biliyorsun bunu. Bu nefret yüzünden başımı derde sokmaktan son anda kaç kez yırttım Allah bilir...” 
Merakla yüzüne baktım. Sigarayı taşın üstünde söndürdü ve şöyle dedi: “O gün nefretten kurtulmaya karar verdim. Biraz zor oldu, ama 60 yaşında başardım. Ve ancak o zaman yaptığım her işe ruhumu da özgürce katmaya başladım. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi. El attığım her şey güzelleşti, anlam kazandı, olgunlaştı, inceldi... Yaşım seksene geliyor şimdilerde. Ve neredeyse 20 yıldır iyi bir yaşamım var. Ve özgürüm...” 

OKUYUNUZ...

Yalnızlık, duyarsızlık, zulüm ve kişinin çaresizliği üzerine yazsa da ince bir zekâyı belli eden nüktedanlığı ile en önemli yazarlardan biri olagelmiş; suç, yabancılaşma ve sorumluluk gibi temaları derinlemesine işlemiş Kafka’nın en etkileyici öykülerinden özel bir seçki. Sanat için izleyicilerinin önünde aç kalan bir açlık sanatçısının, fare halkının zorlu yaşamı içinde tek şarkı söyleyebilen Josefine’in çektiklerinin, bir kardeş cinayetinin, bir taşra doktorunun, maskesi düşen bir sahtekârın ve daha nicelerinin hikâyelerini anlatır “Bir Kardeş Cinayeti” nde üstad Franz Kafka...


BE­YE­FEN­Dİ

Entelektüel hırsız aranıyor!

Rusların hayata dair bir atasözü vardır. Mealen şöyledir:
Hiçbir zaman hapse girmeyeceğim deme. Ve yine hiçbir zaman hırsızlık yapmayacağını söyleme. Koşullar oluştuğunda her ikisi de gerçekleşebilir...
Her şeyin bambaşka bir şeye dönüşebildiği, ilkenin ve duruşun olmadığı, edebiyat dünyasının bile edebiyat dışında her şeye benzediği bir ülkede, bu atasözüne kulak kesilir her zaman Beyefendi. 
Edebiyatla başını derde sokmuş, ancak bu alanda iyi eserler vermesine karşın para kazanamayan bir arkadaşıyla sohbet ederken, sıra kitap satışını artırmak için çarelere gelir. Adam biraz da gırgır babında şöyle bir öneri atar ortaya hınzır bir gülümseme eşliğinde:
 “Usta, diyelim ki film haklarını satın almadan yani sana para ödemeden biri kitabını sinemaya uyarladı. Zinhar karşı çıkmayacaksın. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur ama... Bu haltı yiyecek adamın filmini geniş kitleler izlemeli. İnsanlar böylece senin kitabı da merak eder. Medya sayesinde halk kitabından haberdar olur. Adama dava açmayacağın gibi, filmin milyonlarca seyirciye ulaşması için dua bile etmelisin. Zira böylece film sayesinde kitabın satabilir ve sana da ekmek düşer bu işten. Tanıtım faaliyeti için ne sen ne de yayınevin para ve emek harcamamış olur bu arada. Fena bir taktik değildir ha...” 
 “Bu durumda yazacağımız roman filme uyarlanabilir olmalı ama değil mi?” der Beyefendi ciddi bir tavırla.
 “Eh o kadar da olsun canım. Taş atmıyorsun, kolun yorulmuyor sinemacı sayesinde. Sen de edebi lezzeti görmezlikten gel birkaç kitapta canım” diye yanıt verir arkadaşı.
 “Anladım” der Beyefendi.
 “Ama bir şey daha var” der edebiyatçı, “Trendleri iyi takip etmelisin. Halkımız kitabının yayınlanacağı zaman diliminde ne tür eserleri benimsiyor olacaktır?Kitap kalın mı olsun, ince mi? Kolay mı okunmalı, yoksa gizemle dolu mu olmalı? Edebi değeri yüksek görünen, ama içi boş cümleler mi kurmalısın? Ve daha bir sürü şeyin yanında hedefindeki entelektüel hırsızın iştahını da kabartmalı kitap. Ki, bu çok daha önemli olabilir.” 
 “Sonra da ben iyi bir edebiyatçıyım diye havanı at, öyle mi” der Beyefendi.
 “Aynen öyle” der edebiyatçı, hınzırca bir gülüşle...
Aydınlandığını ve az da olsa akıllandığını beyan eder Beyefendi...


BÜYÜK ADAMLAR

‘Olmaz, katiyyen olmaz...’
Bir dostun başından geçen gülünesi, ama bir o kadar da düşünülesi bir olaydır...
Adı Türkiye olan nadide bir memlekette bir insan ömrüne sığabilecek kadar uzak olmayan eski zamanlarda bir bakan varmış. İştigal alanı memleketin kültürel gelişimi konularıymış. Rivayet odur ki, işini çok ciddiye alırmış. Kendilerine tevdi edilen her evrakı didik didik eder, ancak ondan sonra “olur” verirmiş. Ve her fani gibi onun da siyasi görüşü varmış. Sevdiği, sevmediği, tuttuğu, tutmadığı, nefret etttiği, uzak durduğu işler ve kişiler varmış doğal olarak. Efendim devlette matbu evraklar vardır. İlgili daire, diyelim ki, Opera ve Bale Müdürlüğü bir evrak sunar bakana. Gelenek odur ki, şayet bakan paraf atmazsa iş olmamış, onay verilmemiş sayılır. Alttaki olur vaziyeti paraflanmışsa da evrak onaylanmış olur. Ancak bizim bakanımız, istemediği işleri usulüne uygun yapmazmış. “Olur”un üstünü kalınca çizer ve koca harflerle “olmaz” diye yazarmış. Hiç istemediği bir iş için onay alınmak istenmişse kendisinden, bu kez işi abartır ve “olur”un üstünü çizmekle kalmaz, devasa harflerle “Katiyyen olmaz” diye yazarak atarmış evrakı bir tarafa...
Duyumumuz odur ki, şimdiki zamanda bu büyüğümüzü çok önemli bir devlet görevi beklemektedir... Bu memlekette olmaz demeyeceksiniz, olur...
 

İŞTE O KADAR

Sevdanın hakkından mantıkla gelindiğini duydunuz mı hiç? Stefan Zweig


BİR FOTO...


Yer, Beyoğlu. İstiklal Caddesi. Ve ünlü bir tatlıcı dükkanı. İki kız çocuğumuz... İki çocuğumuz... Yoksullar. Ve camdan bakıyorlar. İçlerinde henüz dizginsiz bir öfke yok belki ama, bu çocuklar büyüyecek ve her şeyin farkına varacak günün birinde. Ve muhtemeldir ki, bu anı hiç unutmayacaklar. Umarız o zaman içeride hesap ödeme kuyruğunda olurlar...