KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Sanatsever başkan ve satranç

Birkaç gün önce haberci bir arkadaş, internet sitesinde okuduğu bir habere fena halde takmış kafayı, bağırıyor:

 “Suudi Arabistan’ın baş müftüsü diyelim bir zat, satrancın haram olduğunu ve yasaklanması gerektiğini söylüyor. Bu nasıl bir zihniyettir kardeşim!”

Olur böyle vakalar, zat-ı muhterem kara bir yumurta yumurtlamıştır, bu herifin laflarını kalkıp da İslam dinine mal etme, aman ha gibilerinden bir şeyler geveleyerek, arkadaşın öfkesini yatıştırmaya çalışıyoruz. O sakinleşmeye başlarken, sanatla yakından ilgili bir başka dostumuz başından geçen bir yaşanmışlığı anlatmaya koyuluyor...

Doksanlı yılların ortalarında ülkede bin bir türlü karmaşa yaşanırken sanat da icra edilmeye çalışılıyordu elbette. O zamanlar merkez sağ bir koalisyon hükümeti yönetiyordu ülkeyi ve şimdi sözünü edeceğimiz Ege kentimizin belediye başkanı da bu sağ partilerden birine mensuptu.

Sanatçı dostlarımız hatırı sayılır bir etkinlik düzenlemek için bu kentimize gidiyorlar. Belediye başkanı bizim heyetle yakından ilgileniyor. Projelerini her anlatmaya kalktığında heyecanlanmaktadır. Yönettiği kenti, çağdaş, medeni, sosyal, elit, güzel, özel projeleriyle daha yaşanılır kılmak istiyor. Hayatın daha da sosyalleşmesi için elinden geleni yapmaya kararlı başkan.

Bir ara kentin göbeğinde biraz da kalburüstü bir yer olan alana ilişkin projelerini anlatırken hızını alamıyor çağdaş, medeni, sosyal başkan. Mealen diyor ki:

 “Arkadaşlar buralara son derece modern, çağdaş, elit kafeler, yapacağız. Özellikle gençlerimiz buralarda sosyalleşecek, arkadaşlıklar kuracak, kaliteli zaman geçirecek.

Ve buralarda, şans oyunuymuş, kağıt oyunuymuş, tavlaymış, briçmiş, santranç matrançmış hepsini yasaklayacağım.”

Dostlarımız satrançla piştiyi birbirine karıştıracak kadar çağdaş bir başkanın karşısında olduklarını çakıyor hemen elbette ve mekandan bir an önce dört nala kaçmanın çarelerini düşünmeye başlıyor.

Ve hikayeyi dinleyen bu fakir, müstehzi bir gülümseme eşliğinde içinden; yobaz, ilkel, geri, ahmak tiplerin dünyanın her yerinde olduğunu, vaziyetin düzelmesinin çok uzun yıllar alacağını, ancak buna rağmen yine de enseyi karatmamak gerektiği yolunda kısa yollu bir nutuk atıyor kendine...

 

*

 

OKUYUNUZ...

1-328.jpg

Zeki, komik, ciddi, dürüst, sakınmasız, keskin gözlü ve oldukça sivri dilli... Çağdaş Amerikan edebiyatının en dikkat çekici yazarlarından Lorrie Moore, öykü derlemesi Havlama’yla tüm maharetlerini sergiliyor. İkili ilişkilerin çıkmazlarını, bu ilişkilere ket vuran travmaları, güvensizlikleri, dinmeyen kaygıları ve arada bir tüm ihtişamıyla parlayan güneşi anlatan Moore, aman vermez tavrına rağmen, espri duygusu ve nükteli anlatımıyla okurlara hayatı sevdirmeyi başarıyor. Gelgelelim yakın tarihin utanç veren gerçeklerinin yaşamlara vuran gölgesini de asla gözardı etmiyor.

“Her zamanki gibi muhteşem... Moore en hafif ağır yazar olmak gibi sıradışı bir farklılığa sahip. Mutsuzluk, kalp ağrısı, hastalık, keder ve hayalkırıklığı... Tüm bunların böylesi eğlenceli olacağı kimin aklına gelirdi ki?”

The Observer

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Minibüs kültürüne vakıf olmak

 

On dakika beklese muhtemeldir ki, oturarak yolculuk yapabileceği bir otobüs gelecekti. Sabırsız biri değildi, ancak banyo yapıp evden çıkmıştı. Kar atıştırıyordu, hava çok soğuktu ve romatizma, evden çıkar çıkmaz saldırmaya başlamıştı dizlerine. Taksi, otobüs, minibüs ne bulursa tez elden binmesi gerekiyordu. Tam da o sıralarda bir melez toplu taşım aracı olan minibüs çıkageldi. Kalabalık değildi araç, ancak iki üç durak sonra 25 kişilik yere 50 kişinin doluşmayacağı garanti değildi. Bindi ve kuytu bir yerde kendini sağlama aldı Beyefendi. Gideceği yer maksimum üç kilometre mesafedeydi ve yollarda otobüs, halk otobüsü, taksi olmak üzere onlarca araç vardı, ancak yolcular ille de bizim minibüse binmek için sanki ilahi bir emir almışlardı. Arada bir birileri iniyor, hemen yerine en az üç kişi biniyordu. Bir ara minibüsün içini gözden geçirmeye çalıştı, bunca insan nereye sığıyor diye. Akıl erdiremedi, zira insanların organları birbirine karışmıştı. En çok otuz adımda bir duruyordu minibüs, bir kişi iniyor birkaç kişi biniyordu. Bir süre sonra bulunduğu yerde de ağır baskı altında kalmaya başladı. Önü, arkası ve sağı kadınlarla çevrilmişti. Kıpırdamak bile taciz anlamına gelebilirdi. Put gibi durdu olduğu yerde ve sadece gözleriyle takip etti insanları. Dışarıdan hamle edenlerin yüz hatlarında zerre gerginlik yoktu. Nasıl olsa binecek ve menzile varacaklardı. Bir alışmışlık havası vardı. Oysa Beyefendi zor durumdaydı. Kadınlar tarafından eziliyordu ve sesini çıkarması olanaksızdı. Minibüs kültürüm yok dedi içinden bir ara ve derin bir soluk aldı. Dışarıda birine takıldı gözü o sırada. Adam biraz şişmandı. Göz ucuyla aracı izledi. Sonra çevik bir hareketle eliyle kapı kolunu tuttu ve bir anda keşmekeşin içinde kayboldu. İçerdeydi. Binenler ücretlerini uzatıyor elden ele. Para kaptanı buluyor. Kaptan üstünü uzatıyor yakınındakine. O da görmediği para sahibini bulsun diye yanındakinin avuçlarına bırakıyor ve o para yolunu şaşmadan sahibini buluyor. “Müsait bir yerde...” dedi Beyefendi can havliyle! Cümlenin devam olan “indirir misiniz kaptan” ı diyemedi bile. İndi zor bela. Sırtından yarı yarıya çıkmış olan montunu çekiştirdi. Derin birkaç soluk aldı. Kendini kara deliğin içine atar gibi minibüsün kapısından içeriye dalan birkaç kişiye bakarak gülümsedi ve yola revan oldu. Kalan bir kilometre de yol muydu canım...

 

*

FOTOHABER

Köpeğin keyifli bir günü...

2-245.jpg 4-066.jpg

 

Kış koşullarının ağırlaştığı bir zamanda Sultanahmet’te bir köpek... Üzerinde bir miktar da et olan koca bir kemik parçasını karın altında keşfediyor. Ve evire çevire kemali afiyetle mideye indiriyor nevaleyi. Sert kışta bile günü kurtarmıştır. Durumu iyi. Nevale götürülmüş, karın doyurulmuştur ve artık sırada keyif, şaklabanlık vardır.

3-150.jpgSevimli hayvan hemen harekete geçiyor ve şekilden şekile girerek karların üzerinde yuvarlanıyor. Bir zaman sonra ise artık durulmak gerektiğine karar vererek, uslu çocuk oluyor. Her şey yalın, basit, net... Ve bir gün daha geride kalmıştır, üstelik keyifli bir gün...

 

 

 

*

 

ANADOLUDAN

Doğal bilgelik

Annemin hemen her olay hakkında ilginç fikirleri vardı. Elbette bir düşünür, felsefeci, ağır okumuş biri değildi annem. Ancak hayatı sert yaşarken sayısız deneyim edinmiş bir kadındı o. Bir Anadolu kadını. Ana. Bilge bir yaşlı artık... Tırnağın varsa başını kaşırsın, sende yoksa hiç kimsede yok, aman oğul kenarda üç kuruşun olsun gibi laflar ederdi vakti zamanında. O zamanlar gençtim ve annemin kafayı kırdığına bile hükmedebilirdim. Zira arkadaşlık, dostluk, yardımlaşma, yoldaşlık hayatımda çok önemli kavramlardı. Bu annem de ne demek istiyor böyle. Bu kadar da bireysellik olmazdı ki efendim!

Çok sonraları birkaç olay, aklımı başıma getirdi. Evet, bende yoksa kimsede yokmuş. Bir başka olayda, güvendiğim dağlara nisan karı yağdı ve bir hafta kendime gelemedim. Son sarsılmam ise birkaç yıl önce oldu. Kenara koymayı “unuttuğum” o üç kuruş için olsaydı eğer, bir servet ödeyebilirdim! Ancak ne o üç kuruş ne de servet vardı elimde. Ama okkalı bir ders almıştım annemden uzun yıllar sonra. Hayatın ta içinde savaş veren insanların doğal bilgeliğine artık kulak kesilecektim...

 

 

*

 

İŞTE O KADAR

Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır, ama görüş açınız genişler...