KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Bir çocuk için en ağır yük nedir?

Çoğu anne ve babanın, kendilerinden ve içinde doğup büyüdükleri yoksunluklardan dolayı yaşayamadıkları hayatlar vardır. Meslek seçiminden gönül ilişkilerine, sosyal yaşamda rahatlıktan kendin olarak hayatta kalabilmeye kadar hemen her alanda yaşanır bu sıkıntı. Mesela adamcağız sosyal baskı yüzünden kendi çocuklarını herkesin içinde doyasıya sevememiştir. Bunu yaşlandığında, yani toplum baskısını biraz olsun önemsememeye başladığında yapabilir hale gelir. Ancak çocukları büyümüştür artık. Baba sevgisini baskıdan arınmış olarak yaşayamadan büyümüşlerdir. Yaşlı adama da torunlarını sevmek kalır özgürce. Biz de buna yahu bu adamlar neden torunlarını bu kadar çok seviyor diye şaşırıp kalırız. Bu tek bir örnek ve bunun gibi çok sayıda vaka sayabiliriz. Velhasıl, anne ve babalar arzuladıkları, özlemini çektikleri birçok hayali gerçekleştiremezler. Ve bunu çocuklarının yerine getirmesini isterler. Çok iyi bir doktor olamamışsa anne, kızının ya da oğlunun olmasını ister. Özgür yetişmemişse çocuklarının özgürlüğü için savaşır. Baba yeterince güçlü hissetmemişse kendini hayatta, oğlunun öyle olmasını ister. Yoksulluk çekmişse baba, çocuğunun çok para kazanması için varını yoğunu ortaya koyar. Ancak temel bir şey unutulur burada. Çocuğun fikri genellikle sorulmaz. Onun gerçekte hayattan ne istediği, ne olmak istediği, nasıl bir hayatın onu mutlu edebileceği, bizim yaşayamadıklarımızın onun dünyasındaki yeri sorgulanmaz bile. Bizde eksik olan ne varsa çocuklarımızdan bekleriz, hepsi bu.

Peki, sonra ne mi olur?

Çocuklarımız bizi kırmamak için kendi hayalleri yanında bizimkileri de gerçekleştirmeye çalışırken yorulur, öfkelenir, ruhu örselenir, psikolojisi bozulur, içten içe hem kendine hem de bizlere saygısı azalır. İki arada bir derede kalır, kafaları karışır, zaman zaman doğru ile eğriyi birbirine karıştırırlar. Ve sonunda bizi memnun etmeye çalışırken eklektik bir hayatları olup çıkar. Her şeyden biraz bir hayattır bu. Ne tam olarak çocuğun istediği gibi, ne de bizim olmasını istediğimiz gibi bir hayat...

Analitik psikolojinin kurucu babalarından Karl Gustav Jung’a kulak vermekte fayda var:

“Bir çocuk için en ağır yük, ebeveynlerinin yaşayamadıkları hayatlardır.”

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Gelecekte birazcık huzur için...

Başkalarına karşı değil elbette, ancak insanın kendisine acımasız davranmasının şart olduğunu düşündü Beyefendi belki de ilk kez, kış kıyamet sokakta ilerlemeye çalışırken. Yoksa yaptığın ve istikbalde yapacağın onca hatadan kaçınamazsın diye de devam etti. İçgüdüsel bir tavır olsa gerek, insanın kendini savunmaya çalışması. Kendini korumak için çaba harcamak, doğal bir tavırdır elbette. Bir birey olarak önce benim hayatım demek normal. Hatta çoğu zaman aslan payını kendine ayırmak bile makul sayılabilir. Bir kadını, bir erkeği beğendikten sonra, onu başkaları fark etmeden hayatına almaya çalışmanın ayıp, bencilce bir tarafı yoktur. Kendi dünya görüşüne, hayata bakışına sıkı sıkı sarılmanın da anlaşılmayacak bir yanı yoktur kuşkusuz. Başkalarından daha iyi bir hayata sahip olmak, daha fazla kazanmak, daha iyi bir evde oturmak, daha keyifli zamanlar geçirmek her bireyin hakkıdır, bunlara sahip olabilmek için o başkalarını ezip geçmeye kalkmadığın sürece.

Bu ve benzeri şeyleri kafasında evirip çevirirken, epey bir yol aldığını fark ederek, sokağın köşesindeki çay ocağının kapısının yanındaki tabureye oturup demli bir çay söyledi.

Çizgi nerede diye geçirdi içinden çayını yudumlarken, insan nereye kadar acımasız davrabilir kendine? Özeleştirinin sınırları nerede aşılıp da kendine eziyete dönüşür yapılan? Bu iki soruya da sağlam yanıtlar vermek gerekir diye mırıldandı Beyefendi.

Acımasızlık yerine belki de dürüst davramak demeliydim diye düzeltmek istedi ilk kurduğu cümleyi. Kendine yalan söylememek, kendine ait gerçekleri eğip bükmemek, olguları olmasını istediğin gibi değil, oldukları gibi görmenin önemini anımsattı kendine sonra.

Ve kalkıp yeniden yola revan olurken yapılması gerekeni aşağı yukarı biliyor gibiydi, kafası hala biraz karışık olsa da... Hayatta çok şey yaptığını, çok adım attığını, çok karar verdiğini, çok ileriye atılıp çok geri çekildiğini,  duygu dünyasına, aklına ve zekasına çok fazla yüklendiğini bir kez daha hatırlattı kendine yolda. Ve bunlar olurken, çok da hata yapmıştı elbette.

Ve, “Evet Beyefendi” diye seslendi kendine biraz da sitemkar bir tavırla, “bunca yaşanandan sonra, başını yastığa rahat koyabilmek için kendine karşı olabildiğince nesnel, acımasız ve dürüst davranman şart. Gelecekte birazcık daha huzur için, içindeki tehlikeli topraklarda dolaş bir süre daha...”

 

*

 

OKUYUNUZ...

1-336.jpgBesteci Johannes Kreisler’in anılarını kaleme aldığı elyazmalarını, Murr adında bir ev kedisi ele geçirir... Murr, edebî hırsları olan bir kedidir ve parlak fikirleri vardır. Sözgelimi bestecinin el yazmalarını, kendi hayat hikâyesini kâğıda dökmek üzere müsvedde olarak kullanmak, bunlardan biridir. Kedi Murr’un ve orkestra şefi Kreisler’in biyografileri işte böyle iç içe geçer, birbirine karışır. Kedi Murr’un Dünya Görüşü, E.T.A. Hoffmann’ın başyapıtı olarak kabul ediliyor. Kediler tarihine bürünerek edebiyat ve toplum eleştirisini de ihmal etmeyen Hoffmann’ın bu yapıtı, Alman romantik edebiyatının zirvesini tutuyor.

 

*

 

BUNU YAPMAYIN...

Android sinemada...

En hödük insan bile sinemaya gittiğinde nasıl davranması gerektiğini bilir diye düşünülür, ancak gerçek durum bu değildir. Efendice oturulur, sessizce film izlenir ve yine efendice birilerinin üstüne başına tırmanmadan kapıdan çıkılıp gidilir. Ne bileyim çekirdek, mısır cipsi gibi şeyler yenmez sinemada, yenmemesi gerekir, ancak bu sadece uygulanmayan bir muaşeret kuralı olarak kalır. Yüksek sesle konuşulmaz. Hatta hiç konuşulmazsa çok daha iyi olur, ancak bu kurala da uyulmaz pek. Çayırda yayılındığı gibi oturulmaz koltukta tabii ki. Gelin görün ki, bu da dikkate alınmaz. Yerli yersiz yorum yapılmaz, bağıra çağıra gülünmez elbette. Dinleyen pek olmaz... Ancak bir şey daha var. Ki, bu diğerlerinden biraz daha yeni. Efendim bu şey Android telefonlar. O loş ortamda güya film izlemek için olmayı kabul etmiş hanımefendi ve beyefendiler, durmaksızın her nasılsa sesini kısmayı akıl ettikleri telefonlarıyla oynaşıp dururlar. İş öyle bir raddeye gelir ki, salon neredeyse yarı yarıya aydınlanır. Ortalık biraz büyükçe ateş böcekleri tarafından işgal edilmiş bir havaya bürünür. Ve elbette bu akıllı telefonların sahibi akılsızlar sayesinde, o mekanda film izlemek için bulunanlar, filmden pek de bir şey anlayamadan kendilerini zor atarlar dışarıya...

 

*

 

SOKAKLARDAN

Karganın planı

2-250.jpg

Kar ve aşırı soğuk çoğu canlı türü için zor durumlar çıkarır ortaya. Nevale kıtlığı bunlardan biridir. Ekmek aslanın ağzından da ötede bir yerdedir. Yarının ne olacağı belli değildir ve karnı doyurmak elzemdir... Geçen sefer yağan kar ve eşlik eden soğukta martı, karın altında nevaleyi bulmuş. Karga aç ve martının azığını çalmalı! Harekete geçiyor ve martının kuyruğunu ısırıyor. Karga dünyasında belli ki ezberlenmiş plan şu: Martı acıyla bağıracak. O sırada ağzındaki yemek düşecek ve karga çevik bir hareketle hazıra konacaktır.

4-069.jpg

Plan bir yere kadar işe yarıyor. Martı bağırıyor ama nevaleyi ağzından düşürmeden! Birkaç hareket çektikten sonra da uçup gidiyor. Karga ise şaşkın bakışlarla martının “hareketine” anlam vermeye çalışıyor...

 

 

*

 

İŞTE O KADAR

Aşk bir uçurumdan düşmek gibidir, bunun için sevgiliye “yar” denilir.