KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Gençlerin dünyasında bir akşam vakti

Üç genç adamla sohbet ediyoruz... İkisi üniversitede okuyor. Birinci sınıftalar. Yaşları 19. Diğer genç de aynı yaşta. İstediği bölümü kazanamadığı için kafası gelecek tasarıları ile dolu. Çocukları birkaç yıldır tanıyorum. Artık çocuk değiller, zımba gibi birer delikanlı olmuşlar. Kiminin kulağında küpe, kiminin saçına sakalına bir haller olmuş. Ancak sevimli keratalar. Okuyorlar. Düşünüyorlar. Sanıldığının aksine apolitik de değiller. Henüz hamlar. Koca adamlarda olduğu gibi onlarda da ezber gani. Bildiklerini düşündüklerinin en az yarısı kulaktan dolma ve yanlış. Ancak meraklı oldukları için bazı temel bilgilere de sahipler. Dışarıdan bakıldığında sanki birbirlerine saygısız gibiler, öyle görünüyor. Birbirlerine tuhaf lakaplar takmışlar. Lan, oğlum, geri zeka, deli, salak, kanki, kank, kanka, sığır, bilader... Daha da var, ancak bu kadarı yeter. Bu sözcükler sık sık geçiyor birbirlerine hitaplarında. Ancak yüz hatlarında hakaretamiz hiçbir belirti yok. Aksine birbirleri için her türden fedakarlığı yapmaya hazırlar. Birbirlerinin elinden tutuyorlar. Yardımlaşıyorlar. Mesela, ABD’de okuyan biri, kankalarından birinin bu ülkede okuyabilmesi için bin bir türlü çare düşünüyor. Bir diğerinin içine yuvarlandığı aşk acısından nasıl kurtarılacağı üstüne derin teoriler üretiyor delikanlılar. Ve o gençle birlikte acı da çekiyorlar. Ama eğleniyorlar da...

Ve sanıldığı gibi memleket meseleleriyle ilgisiz değiller. Aksine aralarında hararetli tartışmalar oluyor. Biraz yüksek sesle, bağıra çağıra... Ancak o kadar da olacak değil mi? Onlar genç ve heyecanlı. Atak. Cevval. Önlerinde dünya zaman var. Meraklı olduklarını söylemiştim yukarıda. Evet, çok meraklılar. Ancak bilgiyi alacakları insan öğretmen tavırlı olmamalı. Onlardan daha bilgili, ama kankaları gibi olmalı. Ve onların diline yakın bir dille, samimiyetle konuşmalı. Gençler, konuşanın kendilerine değer verdiğini bilmeli. Konuşan dinlemeyi de bilmeli. Gençlerimiz birçok şeye aç. Çoğu el yordamıyla ilerliyor, hatalar yapıyorlar, ancak iyi bir yaşam için de çaba harcamıyor değiller.

Demem o ki, ezberlerimizi bir yana bırakarak, onları anlamaya çalışalım. Yanlarında olduğumuzu bilmelerini sağlayalım. Zor bir şey değil...

 

*

 

OKUYUNUZ...

1-347.jpg

Bir anne ve kızı acılarla dolu geçmişini unutmak için İrlanda’nın batı sahillerinde bir adaya yerleşirler. Ve bu sahildeki balıkçıların el emeği, göz nuru ile örülen kazakların hepsinin bir hikâyesi vardır. Her biri eşsizdir. Yaşanılan bütün mutluluklar ve hüzünler ilmek ilmek kazaklara işlenmiştir. Yaşananları unutmadan affetmeyi öğrenmek ve kıyıya sağ salim ulaşmak ise yalnızca rüzgâra karşı başları dik bir şekilde yürümeleriyle mümkündü. Ve yaşanan olaylar geçmişi harekete geçirmeye başlamıştır. Acaba sevgi dolu gözler sana baktığında onları fark edecek misin, yoksa yalnızca geçmişin tozlarını mı göreceksin? Okyanus esintisi, gün ağarmadan kalkmayı tercih edenlere tuzlu sırlar fısıldıyordu. Kalbinin sesi kulaklarında öylesine yankılanıyordu ki, konuşurken bağırmaktan korkmuştu... Yüreklere sesleniyor Son İlmek.

 

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Sevdiğine karşı kaybetmek...

Bir zamanlar 68 kuşağından bir adamla tanışır Beyefendi, bir resim sergisinde. Adamın görünüşünde ilgi çekici ve sıradışı bir şey yok. Ancak gözlerine dikkatle bakıldığında tuhaf bir şey dikkat çekiyor. Gözler sanki dışarıya değil de içeriye doğru bakıyor gibidir. Ve o gözlere bakan biri hemen hemen hiçbir şey göremez. Anlamsız...Beyefendi’nin de işte o gözler ilgisini çekmiştir. Serginin ardından ortak bir tanıdıklarının önerisiyle bir kafede birkaç saat yarenlik ederler. Adamı biraz daha yakından tanıma fırsatını bulur. Isınır, benimser bu ilginç adamı. Bir süre sonra bir telefon gelir ve ilginç adam özür dileyerek kalkması gerektiğini söyler.  İki adam da susar bir süre. İlk konuşan ortak tanıdık olur: “İçe dönük, gerekmediğinde asla konuşmayan, ilginç bir adam senin de fark ettiğin gibi” der, “on yıldır tanırım onu.”

“Evet, fark ettim” der Beyefendi, “kırk yılın başı bir laf ederken bile bize değil de sanki kafamızın arkasında bir yerlere bakar gibiydi.”

“Hayat tuhaf der” adam, “kimin kafasını hangi duvara çarpacağını bilemiyorsun. Bazen kuzu kurdu yiyor. Bazen kedi aslanı boğuyor. Bu adamı da zekasız bir kadın perişan etti.”

Nasıl gibilerinden merakla bakar adamın yüzüne Beyefendi.

Ve adam devam eder:  “Kırklı yaşlara doğru çok güzel bir kadınla tanışır. Çok geçmeden aradığı kadın olduğuna karar verir. Kadına aşık olmuştur. Sırıl sıklam bir vaziyet... İyi bir üniversite bitirdi. Kadın liseden bile zar zor mezun olur. Ayrıca kafası fazla da çalışmayan biri. Ama ne yaptı etti, bizim aymazı aşık etti kendine. Gözü ondan başkasını görmüyordu. İyi bir işi vardı. Birkaç milyon doların üstünde varlık sahibiydi ayrıca. Kadına aşık olduğu için hiçbir sırrını saklamadı. Her şeyini biliyordu kadın. Ona sonsuz güveni vardı. Bir süre sonra işleri aksamaya başladı. Ardından bazı malları satmak zorunda kaldı. Nihayet işini kaybetti. Eldeki mal mülk de gitti daha sonra. Ve sonra kadın da gitti.”

“Adam müthiş sarsılmış olmalı.”

“Hem de ne sarsılma... Önce çilgına döndü. Kendine zarar vermesini bir süre engelledik. Sonra içine kapandı. Sanırım kadın ve sevgi ebediyen olmayacak hayatında. Zaten yetmişine de az kaldı. Kadın profesyonel dolandırıcıydı. Bunu anlamadı. İkincisi ise, kendine karşı müthiş öfkeli. Zira onca bilgi, küçük bir çakaldan korunmasına yetmemişti...”

O gece, küçük odasında kısa ama sert ve etkili volta seanslarında Oscar Wilde’ın sözünü defalarca tekrarlayıp durdu Beyefendi:

 “Dünyanın en güçlü insanı bile olsan, sevdiğine karşı kaybedersin...”

 

*

 

FOTOHABER

Bu işte bir tuhaflık var...

 

2. Abdülhamit’in emriyle Ertuğrul Fırkateyni 7 Haziran 1890’da Japonya’ya varır. İmparator Komeii, Türk amiralini ve heyetini görkemli bir şekilde karşılar. Gemi personeli Japonya’da kaldığı üç ay içinde çeşitli etkinliklerde yer alır ve çok alkış alır, beğenilir. Ve 15 Eylül 1890’da dönüş için bu ülkeden ayrılan gemi okyanusta tayfuna yakalanarak batar. Amiral da dahil, 500’ün üzerinde askerimiz şehit olur... Ve 126 yıl sonra Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nde gemi personelinin anısına bir sergi organize edilir. Ve bu iş için bu afiş hazırlanır...

Şimdi lütfen tarihe dikkat ediniz...

2-258.jpg

*

 

SOKAKLARDAN

Fena şaşırdı Fransız

Bir dostun anlattığıdır... Bodrum... Yıllar önce, diyelim ki, 90’lı yılların başları. Tatildedir ve bir Fransız aile ile tanışır. Birkaç gün sonra yarenlik etmeye başlarlar. Fransız hemen her gün birkaç poşetle döner otele. İçinde envai çeşit Fransız menşeli marka parfüm vardır. Bu kadar çok parfümü ne yapacağını sorar hayretle. “Bunlar çok ucuz” der Fransız, “seri sonu olmalı ki, firma Türkiye’de bu fiyattan satışına izin vermiş.” Şaşıran dostumuz, “Hayır” der, “bu aldıklarınız taklit. Kaçak üretilip satılıyor.” Fransız şaşırır. Taklite aklı pek ermez. “Nasıl yani” der, “bu büyük suç, olamaz böyle bir şey.” Bizimki gayet sakindir. Böyle şeylerin bizim buralarda suç teşkil etmediği gibi, muteber işlerden biri olduğunu anlatmaya çalışır. Ancak Fransız ikna olmaz. Zira o, kendi ülkesinde, yani oturmuş bir demokraside, işleyen bir pazar ekonomisinde böyle şeylerin olması mümkün değildir. Bunlar düşünülemez bile. Birkaç gün sonra topladığı parfümlerle ülkesine döner Fransız. Parfümleri ülkesine nasıl soktuğunu ise bilmiyoruz...

 

*

 

İŞTE O KADAR

Bir yetişkin için taşınması en ağır yük,

öldürmeyeceğini bildiği acılardır...