KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Patronun verdiği çok önemli ders

Geçenlerde marketler zincirlerinden birinin mağazasındaydım. Birkaç parça bir şey alacaktım güya. Ancak market dediğin yerde, ihtiyaç olmayan da alınırdı. Market bunun için vardı zaten! Neyse uydum geleneğe ve ne işime yarayacağını bilmediğim birkaç parça daha satın aldım. Kasada, yirmili yaşların başlarında bir kadın vardı. Yüzüme bakmadan tezgaha bıraktığım malzemeyi alette okuttu. Suratı asıktı. Bir şey sormaya çalıştım, ses vermedi. Ödemeyi yaparken de yüzüme bakmadı. Malzemeler tezgahın üstündeydi, poşet yoktu, ancak umurunda değildi. Poşeti iki kez isteyince alabildim. Poşetler küçüktü, büyüğünü istedim. Ve sonra da nevaleleri poşete koymak için yardımcı olmasını sertçe rica ettim. Böyle yaptım, çünkü bu mahkeme duvarı surata kimse mahkum değildi. Yardım etti, ancak öyle bir vücut dili vardı ki, benden daha güçlü olsaydı, kesinlikle dayak atmaya kalkabilirdi. Zira kızcağızın rahatını bozmuştum. Kötü bir müşteri, aksi bir ihtiyardım onun gözünde. Paramı ödeyip malzemeyi uygun bir yere bıraktım ve kasiyere müdürü sordum. Zorluk çıkarmadı. Belki de başına geleceği tahmin ederek iyi davrandı bana!

Yetkiliyi buldum ve ona ABD’li bir süper market zincirinin sahibinin yöneticilerine verdiği söylevi dinlemesini istedim. Adam şaşırırken anlatmaya başladım...

İşler kötüye gidiyordu. Şirket büyük zarardaydı ve işlerin yoluna gireceğine dair bir işaret de yoktu. “Beyler” dedi başkan, “unutmayınız ki, milyarlarca dolarlık bir servetin şu anda sahibi olsam da en büyük patron ben değilim. O patron müşteridir.”

Müdürler bizim patron delirdi galiba, patron olduğunu mu unuttu acaba gibilerinden birbirlerini kaçamak bakışlarla süzerken, sözlerine devam etti şirketin patronu: “Müşteri bizimkileri değil de karşımızda mağazası olan kuruluşun ürünlerini satın alırsa biz batmaya başlarız. O zaman da önce sizleri, sonra da kendimi kovarım. Zira asıl patron tarafından bir güzel batırılmış oluruz ve burada bulunmamızın geçerli bir nedeni kalmaz. Şimdi, işinizden olmak istemiyorsanız, bana bu şirketi eski günlerine döndürecek ve asıl patronu memnun edecek önerilerle gelin yarın...”

 “Özür dilerim ama” dedi yetkili, “bunu bana neden anlattınız?”

 “Kasalardaki arkadaşlarınıza, müşterinin ne olduğu hakkında küçük bir nutuk atmanız için” dedim ve yola revan oldum nevalemi alarak...

 

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Beraber yürürken biz bu yollarda

Attığı her adım için kırk kez hesap yapan insanlardan değil, hayatı olduğu gibi yaşayan, kendisiyle barışık, saf, iyi niyetli, dürüst, “temiz” insanlar diye geçirdi içinden Beye-fendi. Ve sonra birlikte çıkılan yolculukları düşündü. Kısa, orta, uzun mesafeli yolculuklar. Sonunun nereye varacağı belli olan ve olmayan, ucu açık yolculuklar...

Yol arkadaşlarını düşündü. Neden başkalarıyla değil de onlarla yola revan olduğunu irdelemeye çalıştı, o soğuk karlı gecenin içinde, pencereden rüzgar ve soğukla yarenlik ederken.

O insanların neden yol arkadaşı olarak kendisini seçtiklerini anlamaya çalıştı. Yolda yaşananları hatırladı hemen ardından daha dünmüş gibi. Anlamlı bakışları, birçok anlama gelebilecek kinayeli sözleri, tuhaf hareketleri, yol arkadaşlığının değerini ayaklar altına alan magandalıkları, yaptıklarıyla çoktan hak ettiğini düşündüğü, ama kendisine verilmeyen değeri düşündü.

Akıp giden yılları, yol boyu sırtında taşıdığı onca insansıyı, yaralarını, saflıklarını, ilkelerini, değerlerini, bir ömrün çok önemli zaman dilimini düşündü...

Birileri karar veriyor diye geçirdi içinden sonra, bir yere gitmek için. Ve menzile varabilmek için yolculuğun seninle çok daha güvenli ve kolay olacağına da... Sonra bir yolunu bulup yola çıkarıyor seni. Ve sen birlikte yürüyeceğine emin oluyorsun. Yoldaşındır yanında yürüyen! Hep yanında olacaktır! Ama az zamanda vaziyetin bu olmadığını, yanında yürüyenin yolculuğun bir yerinde seni terk edeceğini bizzat yaşıyorsun. Yoldaşın, “Hepsi buraya kadardı, teşekkürler” deyip giderken, sen afallıyorsun. Ve demek buraya kadarmış ha, cümlesini bile tamamlayamadan yoldaşının kaybolduğuna tanıklık ediyorsun.    

Ve yorgun ruhuna iyi gelir diye pencereyi kapatıp yatağın üstüne atarak kendini kapatıyorsun gözlerini....

Mark Twain, sanki uzak zamanlardan kalkıp gelmiş, karmakarışık saçları, zeki bakışları ve pos bıyıklarıyla gülümseyerek geçerken gözlerimin önünden, şöyle bir cümle mırıldanıyor:

 “Aynı yolu beraber yürüdüğümüzü sandığımız insanlar, aslında bize sadece gidecekleri yere kadar eşlik ediyor...”

 

*

 

OKUYUNUZ...

1-367.jpgStefan Zweig, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünü 1920’li yılların ilk yarısında kaleme aldı. Öykünün kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun “gönderen” inin adı yoktur. Mektubun başında tek bir hitap vardır: “Sana, beni asla tanımamış olan sana”. Kadın büyük tutkusunu hep bir “bilinmeyen” olarak, yani tek başına yaşamaya razıdır, bu aşk öyküsünde “taraflar” değil, sadece tek bir “taraf” vardır. Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi? Zweig okurunu, bir kez daha, insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni yolculuğun sonunda “mutlak aşk” kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal!

 

 

*

 

MAZİDEN

Duvara yapışan un...

Geçenlerde otuzlu yaşlarda bir subayla tanıştım ve çok keyifli bir sohbetimiz oldu. Mesleğinin felsefesi, bölgemizde yaşananlar, hayatın yönü gibi alanlarda sadece bilgi sahibi değildi, ciddiye alınması gereken bir de bakış açısı vardı subayın. Çatışma psikolojisi hakkında birikim sahibiydi. Tek tek ağaçlar yerine ormana bakabilen bir bireydi. Bir ara sanırım dalmış ve gülümsemişim. Nedenini sordu. “Geçmişten bir hikaye” dedim. Anlatmam için ısrar etti...

Seksenli yılların başlarında doğuda asteğmen olarak askerlik yapıyor ve levazım olduğum için fırın gibi yerlere de bakıyordum. 5 bin kişiye ekmek çıkarıyorduk. Çapı muhtemelen üç metreyi bulan hamur tekneleri vardı. Asker hamur yoğurduğu sırada tugay komutanı tuğgeneral girdi mekana. Doğrudan teknenin yanındaki duvara gitti. Elini sürdü. Azıcık un sıçramış efendim duvara! Bana döndü, hakaret etti, açıklamama izin vermedi ve bağırıp çağırarak gitti. Ülkenin çevresinde o zaman da ateş vardı ve biz hamurun yoğurulmasının ardından sileceğimiz duvardaki un zerreleriyle uğraşıyorduk...

 “Sanırım emekli olmuştur general” dedi.

 “Hayır, olmadı. Çok üst düzey görevlere de geldi yıllar sonra. Zamanı gelince de orgeneral iken emekli oldu.” Bu kez tebessüm sırası subaydaydı...

 

 

*

 

HAYAT BU

Ucuz atlatmışız!

2-272.jpg

Kadıköy’de ince belli bardaktan çay keyfi yapıyorum sahilde bir kafede. Yan masada iki genç adam oturuyor. Biri sanırım “çok önemli” bir iş kaçırmış. Zira görüştüğü yönetici, aranan şartlara haiz olduğu halde Nuh demiş, peygamber dememiş, kati surette işi vermemiş kendisine. Yöneticiye epey bir süre veryansın etti genç adam. Öfkesi tavan yapmıştı. Bir süre de ağzını bozduktan sonra sakinleşti.

O zamana kadar sabırla dinleyen arkadaşı güldü ve aralarında şöyle bir diyalog geçti:

 “Kanka yine de ucuz kurtulmuşuz.”

 “Nasıl yani?”

“Hitler’i bilir misin?”

“Bilirim tabii ki de, ne alaka şimdi?”

 “Onu da reddetmişlerdi. Ressam olamadı bu yüzden. O da gitti Hitler oldu. Ve dünyayı yakıp yıktı.”

 “Benimle ilgisi...”

 “Allah’tan adın Adolf değil ha, yoksa şu öfkeyle sen de ne olurdun kim bilir...”

Öfkeli adam güldü. Arkadaşı omuzuna elini atarak kendine çekti. “Yahu aldırma bir daha denersin” dedi dostça.

Ve gülümsedi ikisi de...

 

*

 

İŞTE O KADAR

 “Yoksa mutluluk, yaşlılığın başlangıcında mı gelip sığınır insanın yüreğine?”

Stendhal