KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Her yerde, her şeyde sınırı aşanlar...

Yazar Stefan Zweig, büyük ustaları anlattığı bir eserinde Dostoyevski’yi tanımlarken, “Onu Dostoyevski yapan şeylerden biri de sınırlarının olmamasıdır” der. Ünlu Rus romancı da kendini benzer bir şekilde tanımlar zaten, biraz da sitemle:
 “Her yerde sınır aştım, her yerde...” 
İnsan ruhunun kasırgalı alanlarında dolaşmış, hiçbir yerde durmamış, ölçülere sığmamış bir çılgın gibi yaşadı hayatını ve üretti Dostoyevski. O iflah olmaz ikilemlerin adamıydı. Herkesten inançlıyken, ruhunda katıksız bir ateisti de barındırabilen bir çılgındı. Bir sanatçıydı... Onun kadar ileriye gidebilmiş, sınırları tanımamış, çılgının teki olarak anılmış, başka sanatçılar da vardı ve şimdi de var kuşkusuz. Ve bunlar büyüktür. Ancak o kadar ileriye gidememiş, sakin sulara biraz daha yakın durmayı başarmış sanatçılar da var tabii ki. Ve biz bu insanlara Dostoyevski gibi “çılgın” demiyoruz.
Ancak sanatçı sanatçıdır ve ortak yanları ayrılıklarından çok daha fazladır.
Sanatçı yarını düşünemeyen, günü, anı yaşan insandır. 70 yaşına geldiğinde onu nasıl bir hayatın beklediğinin farkında değildir, orta yaşlarında bile. Hesap adamı değildir. Sanatçıya günde 10 lira biriktirirsen 20 yıl sonra şuna sahip olabilirsin derseniz, dayak yeme ihtimaliniz epey artar. Ruhu taşkındır, duyguları, düşünceleri öyledir. Hayatla ve kendisiyle meselesi vardır. Kırılgandır. Duygularının hemen hepsini dibine kadar yaşar. Onlarla yüzleşir. Acı çekerken üretir, üretirken acı çeker. Gülerken ağlar, ağlarken güler. Uzman İngiliz psikiyatr Anthony Storr, “Yaratma Dürtüsü” adını verdiği bir eserinde, sanatçıların yer yer deliliğin sınırlarında dolaştığını anlatır bize. “Uyumsuz”, kendisiyle bile dalaşan bu insanların yaratma sürecinde neler çektiklerini öğreniriz Storr’dan. Ve kitap ilerledikçe de neden ileri yaşlarda pek azı dışında kaderleriymiş gibi maddi sıkıntı çektiklerini anlar ve onlar adına hüzünleniriz... Dertleri yaratmak, üretmek, bir şey demek ya da yapmak çünkü. Ve bu hayatlarındaki her şeyden daha değerli olduğu sürece, parasızlık hep kapının eşiğinde bekliyor olacaktır, özellikle de yaşlılıklarında...
Orhan babadan duyduk ki, sen de maddi sıkıntılar içinde geçirmişsin son zamanlarını Özdemiroğlu hoca... Milyonların gönlünde taht kurmanın bedeli büyükmüş be üstad. Işıklar içinde yat...


BE­YE­FEN­Dİ
Yalnızlık sigara kadar zararlı mı?

İngiltere’de Heart dergisinde yalnızlığın sağlığa olan etkilerini konu alan bir makale yayınlandı geçenlerde. Araştırma da diyebiliriz buna bir bakıma. Şunu iddia ediyor dergi:
Yalnız ya da toplumdan dışlanmış kişilerin, koroner kalp rahatsızlıklarına yakalanma ve felç geçirme riski büyük oranda artıyor. Sigara, kaygı ve stres kadar zararlı olan yalnızlık, tansiyon yüksekliği ve obezitenin de tetikleyicisi. Yalnızlık yaşayan insanlar sigara, alkol gibi sağlıksız alışkanlıklar ediniyor.
Kronik bir yanlız olarak konu ilgisini çekti Beyefendi’nin. Kendi derin yalnızlığı hakkında en azından teorik olarak bir şeyler biliyordu. Ancak diye mırıldandı makaleyi bitirdiğinde, bu siigara işi de nereden çıktı? 4 yıl önce, insanların olamaz dediği bir şeyi oldurarak “pat diye” bırakmıştı sigarayı! Zira hafif eğimli bir yokuşa tırmanırken, yanındaki ihtiyarın çok gerisinde kalmış ve eve gelir gelmez, sigaraya şöyle çıkışmıştı:  “Bu masanın üstünde tam 3 ay duracaksın. Seni hep göreceğim. Ancak asla bir tane dahi yakmayacağım senden. Bak bakalım el mi, yoksa bey mi yaman...” 
Hayır dedi, hayır bu İngilizler ciddi olamaz. Zira iki hata yapıyorlar. Birincisi bu yazıyı yazan dostumuz, 30 yıl boyunca günde iki paket sigra içmemiştir, eminim bundan. İkincisi ise daha da vahimdir. Yalnızlığın tanımını yapmamışlar. Bariz olarak göreceli bir kavramdır yalnızlık diye bir cümle kurdu Beyefendi ortalığa sonra. İçinde bulunduğun koşullar, yaşam biçimin, deneyimlerin, çevren, yaşadıkların, eğitimin, kültürün, donanımın, karakterin ve daha bir alay “şey” belirler yalnızlıktan ne anladığını. Ve o yalnızlığın senin için ne ifade ettiğini... O yalnızlığı istiyor musun? Onunla nasıl başa çıkıyorsun? Sana dayatıldı mı, yoksa senin seçimin mi? Sana bir fayda sağlıyor mu? Can sıkıntısı mı yaşatıyor sana yalnızlık? Ona ihtiyacın var mı? İnsanların zararlılarından koruyan bir barınak mı yalnızlık, yoksa tehlikelere açık hale mi getiriyor seni? Üretiyor musun yalnızlığında, yoksa çoğunluk gibi sen de tüketici misin? Yalnızlığın kaliteli mi, yoksa pespaye mi? Kaygı, stres, kalp rahatsızlığı, felç gibi illetler gelip çaldı mı kapını yalnızlığında?
Birçok soru sordu kendine ve sonra şöyle dedi Beyefendi:  “Önemli bir meseleyi sığ bir analize tabi tutanları pek de önemseme. Ve sigaranın kaliteli bir yalnızlıktan çok daha tehlikeli olduğunu unutma...” 


İŞTE O KADAR
İnsanların, senin hakkında ne düşündüklerini önemsemeyerek, ömrünü uzatabilirsin.
Bukowski

 

OKUYUNUZ...
New York’ta hayallerindeki hayatı yaşayan Marian Caldwell’in dolgun ücretli bir işi ve kusursuz bir ilişkisi vardı. Etrafındaki herkes ona imreniyordu, ta ki bir gece kapısı çalınana dek... Karşısında elinde Marian’ın geçmişinde sakladığı tüm sırların kapısını açacak anahtarla duran Kirby Rose’u gördü. Bu beklenmeyen karşılaşmayla birlikte Marian’ın muhteşem hayatında çalkalanmalar başladı; saklanan ve unutulan anılarının canlanmasıyla eskilerde kalmış tutkulu bir aşk hikâyesi şimdi sahip olduğu her şeyi yıkmak üzereydi. Kirby engebeli bir yolda ailesini ve geleceğini tekrar kurmaya uğraşırken, Marian’la birlikte hayatlarındaki eksik olan şeyi aramaya başladılar. Bu yolda öğrenecekleri şey, ait olduğumuz yerin hiç tahmin etmeyeceğimiz bir yer olduğuydu...


MAZİDEN
Gurabahane-i Laklakan (Düşkün Leylek Evi)

Düşkün Leylek Evi, 19. yüzyılda başta leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakım ve tedavisinin yapılması amacıyla Osmanlı döneminde bir vakıf tarafından kurulmuş. Bursa’da Osmangazi Belediyesi’nin desteğiyle tekrar açıldı bu yer. Gurabahane-i Laklakan, dünyanın ilk hayvan hastanesidir. Günümüzde veteriner hekimler “düşen” hayvanları burada tedavi eder. Bu bakıma muhtaç, yaralı, aç, yorgun, kanadı kırık sokak hayvanlarının şifa bulduğu yere bir eserinde Gurabahane-i Laklakan adını verir Ahmet Haşim. Kimine göre yer eski Fransız konsolusluk binasıdır. Kimine göre ise Bursa Kavaflar Çarşısı’nın meydanı. Çarşı esnafının geçimini temin ettiği yaşlı bir adamın görevi acz içindeki hayvanlara hizmet etmekmiş... Rivayet muhtelif olabilir. Ancak aslolan şu: Bu topraklarda atalarımız, yaralı leylek, kör karga, aç sokak hayvanı, düşkün canlı kim varsa, el uzatmıştır...

 

 

 

 

ZARARLI TUHAFLIK
Genç bakmıyor
Yirmili yaşların ortalarında bir gençle karşılaşıyorsun İstanbul sokaklarının birinde sabah sabah işine giderken. Yol dar, acelen var. Ancak elinde cep telefonuyla oynarken dünyayı umursamayan bu adama çarpmamak için son anda sert bir dans figürüyle atıyorsun kendini yana. Ve biraz da sitemle, “Delikanlı neden önüne bakmıyorsun, az kalsın birbirimize toslayacaktık” diyorsun. Delikanlının yüzünde dehşet donuk bir ifade. İfade bile değil ya. Neyse. Bir ses duyuyorsun sonra:
 “Bakmıyorum.” 
 “Kardeşim, insan önüne bakmaz mı, ezecektin beni.” 
Aynı ses tonu, aynı ifadesiz yüz hatları ile aynı sözcük:
 “Bakmıyorum.” 
 “Delikanlı sen insan değil misin?” 
 “Bakmıyorum.” 
Anlıyorsun ki, çalıyı dolaşıp gitmen gerekiyor bu hiçbir şeye bakmayan, sosyopat vatandaşın yanından...