KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
İyi, utangaç, tek tabanca

Öfke iyidir bazen elbette. Duygu fırtınaları iyidir, yeri geldiğinde. Ama dizginsiz, kontrolsüz, amaçsız, sonunun nereye varacağı, başını hangi alanda derde sokacağı kestirilemeyen öfke değil bu. Bazı insanların daha çok içlerinde yaşadıkları, yakınlarının bile farkına varamadıkları bir öfke hali bu. Kaynağının ne olduğuna dair ilginç rivayetler vardır mutlaka, ancak en derinlerde yatan neden, hak ettiklerini alamamış, alamayacak olmalarıdır. Bu büyük bir öfke fırtınasıdır aslında. Ama bilinen fırtına türlerine pek benzemez, yıkıp geçeceği tek mekan, onu içinde taşıyandır. Tek tabanca yaşamaya çalışırlar hayatlarını bu insanlar. Başkalarının çoğunlukla cehennem olduğunu zihinlerinin bir yerlerinde tutarlar. Emir almayı, emir vermeyi sevmedikleri için bir ekibin içinde yer almakta zorlanırlar. Oysa bilirler ki bu hayatta; kariyer, mal, mülk elde edebilmek için ekip neredeyse elzemdir. Ama karakterleri uzak tutar ekiplerden. İyidir bu insanlar. Kimselere zarar vermek istemezler. Böyle bir yetenekleri olmadığından değil, bunu kendilerine hakaret saydıkları için böyle davranırlar. Geveze, ortalığı velveleye veren, çıkarları en küçük bir gadre uğradığında delirip ortalığı ayağa kaldıran insanlar değillerdir. Öyle ki, hakları olan bir şeyi bile almak için çekingen bir tavırla uzatırlar ellerini. Usul usul akar hayatları sanki, aylar sonra toprakla buluşup da bulduğu eğimden nazlı nazlı akmanın keyfini çıkarırcasına süzülen debisi az bir ırmak gibi… İçlerinde insan taşıdıkları için belki de çağların çok ötesinde, gerisinde ya da tam olunması gereken yerdedirler. Tartışılır bu kuşkusuz... Aslolan insani hasletlerin korunmasıdır zira. Kendilerine yeterler. Yalnızlıkla pek dertleri yoktur. Hatta onu, üretmek, çok değer verdikleri kendileriyle vakit geçirebilmek için herkesten daha çok arzu ederler.

Geçenlerde böyle bir dostla keyifli birkaç saat geçirmenin hazzını yaşayınca birkaç kelam etmek şart oldu ardından...

 

*

 

BEYEFENDİ

Bu nasıl sevda idi…

Kalbi ve ruhu hayatı boyunca elini dahi tutmadığı bir kız tarafından esir alınmış... Ve artık yaşlılığın ilk merdivenlerini çıkıyordu. Ve Anadolu'da şirin bir kasabada, öteki merdivenlere hazırlık yapıyordu. Bir türlü anlam veremiyordu bu başına gelene. Nasıl bir şeydi; henüz on beş yaşlarında, aşkın ne olduğu hakkında kırıntı düzeyinde bile bilgi sahibi olamadan, bir çift çakır gözün, bir süzülüşün ardına ömrünü takmak?

Üç kez evlenip boşanmış, üç çocuğu olmuştu. Ve dünün veletleri çoktan boyunu aşmış, evlenmiş çoluk çocuğa karışmışlardı. O zamanların küçük sevgilisi şimdi nerelerde, ne yapar, toruna torbaya karıştı mı acaba? Bilmiyor. Bilmek de istemiyor. Bilirse; sanki o gök mavisiyle, deniz mavisinin, vahşi orman yeşiliyle, turkuazın karışımı o gözlere ihanet edecek, genç yüreğine bazen şimşek gibi, bazen de usulca akan o ıslak bakışlar sonsuza kadar yok olup gidecek...

Onca kitap okumuştu aşk üstüne. Sayısız türkü, şarkı dinlemiş, binlerce iç yakan soru sormuştu kendine. Onca teoriyi çözümlemek için kafa yormuş, satır aralarından işine yarayacak bir şeyler bulup çıkarmaya çalışmıştı. Ve her seferinde işte bu işin sırrına vardın usta gibilerinden bir cümle kuracakken, bir şey, onu önce durdurdu, sonra da susturdu. Dur dedi o şey, sırra ermeye daha çok var. Belki de hiçbir zaman anlayamayacaksın başına geleni. Ve belki de işin sırrı, güzelliği, kutsallığı burada, bu bilinmezlikte yatıyordur… Bir süre sustu, dinlendi…

Ve sonra yazan, söyleyen ustasından izin alarak dedi ki:

"Gözlerumdeki yaşi

Mendil kurutamadi

Bu nasıl sevda idi

Yürek unutamadi…"

Beş on saniye sonra, zayıf olan resim yeteneğini sırf eski zaman sevgilisinin daha dün gibi hafızasında olan yüz hatlarını çizebilmek için onca çabayla geliştirmesi geldi aklına. Ve sonra ruhunu da saran bir gülümsemeyle tavana çizdiği eserine baktı. Eski zaman sevgilisi oradaydı ve Beyefendi'ye bakıyordu... Ve uzak geçmişten belli belirsiz bir gülücük taşıyordu göz bebeklerinde…

 

*

 

İNSANLAR…

Nefret...

Adam sabah akşam benzer sosyal tabakaya mensup olduğu siyasi rakibi bir adama sövüp sayıyor. Adamı bulsa, çiğ çiğ yiyecek. Karısı, kızı, annesi, kız kardeşleri var onun da. Ancak adama ana avrat dümdüz gitmekten utanmıyor. Zeki biri değil, ancak halkı aşağılayıp duruyor. Dizginsiz bir öfke, önyargılar ve nefret tarafından esir alınmış. Okumaz, düşünmez, araştırmaz, analiz yeteneği yok. Beslendiği sosyal medya çukurunda bulduğu kırıntıları düşünce, tavır sanan biri. Ama müthiş bir teorisyen, taktisyen...

Geçenlerde şöyle dedi bana bu yolda rastladığım tanıdık:

"İnsanlar nefret dolu yaaaa…"

Yüzüne baktım birkaç saniye…

 

*

 

FOTOHABER

b1.jpg

Gelibolu'da otobüsten inip de şehir merkezine doğru yürüyüşe geçerseniz, yüz metre kadar sonra bir türbeye rastlarsınız. Kore Kahramanları Caddesi'nde yolun ortasında köprüde. Gözcü İsmail Dede Türbesi. Bir evliya o... Altında sular devinirken, yanlarındansa araçlar ilerliyor. Yaşlı bir adam duaya durunca türbenin başında, Yunus'tan mısralar düşüyor aklıma:

"Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil…"

 

*

 

İŞTE O KADAR

Kim olursan ol, hayatın hızına yetişemezsen nal toplamak zorunda kalırsın…

 

 

*

 

OKUYUNUZ

Bazıları birkaç bahçe öteye, bazıları dünyanın öbür ucuna düşen çocukların ve anne babalarının hikayesi… "Armut dibine düşer" yaygın bir özdeyiştir. Peki ama ya düşmezse? Bize ben­zemelerini umarak dünyaya getirdiğimiz çocuklarımız, bazen bizden kök­lü biçimde farklı olurlar. Kendisi de farklı bir çocuk olarak dünyaya gelen Andrew Solomon, on yıl boyunca üç yüzden fazla aileyle yaptığı görüşmelere dayanarak insanların birey ve ebeveyn olmak konusunda nasıl cesur tercih­lerde bulunduklarını sergiliyor...

gfe.jpg