KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Sana özgü neyin var?

Yaş kemale ereli epey bir zaman oldu. Aklımızı başımıza devşirdik mi acaba? Ayrı bir konu, ama epey bir şeyler de öğrenmişizdir artık. Sorularımız oldu, hayata ve insana dair. Yanıtlar oldu, yeterli, ya da yetersiz. Mesela, seni sen yapan nelerdir demişizdir insanlara. Ve sağlıklı, samimi yanıtlar beklerken çoğu kez hayal kırıklığı yaşamışızdır.

Zira yanıtlarda genellikle ortalama insanın olmak istediği bir yer işaret edilmiş, başarılara vurgu yapılmıştır özellikle. Özgün bir birey olarak kendine ait bir hayatın sahibi olmak lafını çok az insandan duyduk. İnsanların ezici çoğunluğu, bırakın özgün bir birey olma hedefini, daha kendisinin kim olduğunun farkında değildi ne yazık ki! İşte o zamanlar hüzünle karışırdı hayal kırıklığı. Artık pes etmek mi gerekir sorusunu çok sormuşuzdur. Umut kesilmeli mi? Bırakalım da kendisi üstünde düşünmeyen milyonlar kendi yarattıkları küçük cehennemlerde debelensin mi? Dedik ya, yaş kemale erdi ve tez kararlar verme zamanı geride kaldı...

Bir zamanlar 13 yaşında bir kızın da olduğu bir dost meclisinde, gelecek tasarılarını konuşuyorduk. "Ben" demişti gururla, "yirmili yaşlara geldiğimde, yetişmiş, entelektüel birikimi iyi, çağdaş bir genç kız olarak görmek istiyorum kendimi." O küçük kız büyüdü. Hedefini tutturdu ve daha da ileriye gidebilmek için enerjisini seferber etti. Bu çok iyi diyorum. Ama sayıları az bu insanların. Gelecekte mutlaka çoğalacaklardır diye umut etmemek olmaz elbette. Enseyi karartmamak lazım, ustanın dediği gibi. Ancak bunun için de insanın kendini tanıması, hedeflerinin olması, o hedeflere varabilmek için çalışması, onu başkalarından ayıran özgün yanlarının ne olduğu bilmesi gerekiyor. Kendine ait bir dünya görüşü olmalı insanın, kapitalizmin özgürleştirme ayağına, insanı tektipleştirip yalnızlaştırmasına karşı koymalı.

Velhasıl, hayata bir kere geliyor insan. Bir daha yaşanmıyor ve kopyası, stajı filan yok. Bu durumda da, "özgün bir ben" olamazsa insan, bırakalım ne olursa olsun...

 

*

 

BEYEFENDİ

Geçmiş, geçmişte kalmıyor...

Üstündeki pikeyle kısa bir cebelleşmenin ardından yatağında doğruldu sabaha karşı Beyefendi. Alnında toplanmış ter damlacıklarını elinin tersiyle silerken aksi bir suratla kovaladı kendini yataktan. Hızla musluğun başına gitti. Bol suyu çarptı yüzüne bir süre. Sonra aynada özellikle de acıyan ve yorgun gözlerine baktı. "Fena kızarmışlar" diye tısladı bezgin bir tavırla.

Kısacık bir süre sonra o orta yaşlı yüz hatlarına yerleşmiş ela gözleri küçüldü, her türden hesaptan kitaptan temizlendi. Çok gerilere, henüz daha konuşamadığı zamanlara kadar götürdü onu gözleri. Olayı kendisi anımsamıyordu elbette. Henüz bir yaşında bile değilken neyi hatırlaması beklenebilir ki zaten? Ancak bilinçaltı denen bir şey var diye söylendi, yeniden ve görünüşte nedensiz bir şekilde terleyen alnına masaj yaparken. "Daha sonraları, yani büyüdüğümde sözünün eri biri tarafından küçükken terk edildiğim fısıldandığında kulağıma, o gece okyanuslar kadar yaş akıtmak için katıksız yalnızlığın koynuna atmıştım kendimi" dedi hüzünle. Ve daha sonralarını düşündü hayatının. Zihninin derinliklerinden, aşması gereken duvarların önünde çaresizce beklediği, hamle yapmadığı, mazeretler aradığı zamanlar çıkıp geldi. Bir kez daha terk edilmemek için ne tuhaf önlemler aldığını anımsadı ardından. Ya bırakıp gittiğinde derin yara açmayacak insanları soktu hayatına, ya da korkuları onu erken hamlelere iterek, ardında göz yaşları bıraktı. Ya herkesi ruhunun derinliklerine kadar anlamaya çalıştı, ya da her şeye boşverdi. Ya ruhunun iç katmanlarındaki acıları kimselere göstermemeye çalıştı, ya da her şeyi umuma açık ederek pervasız bir boşvermişlikle tedavi etmek istedi terk edilme korkusunu. Ama korkularının azalmasına karşın bitmediğini, bazılarının kendisini mezara kadar amansızca takip edeceğini öğrenmişti artık. Uyku da terk etmişti Beyefendi'yi. Acı bir kahve yapmak için mutfağa yönelirken, "Geçmiş, asla geçmişte kalmıyor" diye mırıldandı, "taşıyacaksın onu, bilinçaltında ya da bilinçli bir acıyla..."

 

*

 

FOTOHABER

basliksiz-1-011.jpg

 

Foto: Nurettin İğci

Bitkinin bu gücüne, bu var olma savaşına ne demeli? Bulduğu bir milim toprak parçasında, yakaladığı bir damlacık suda yeşeriyor küçük tohum, insanın onca hoyratlığına inat. Biz öldürürken, hayat buluyor, yeşerdiği yere hayat veriyor o küçücük tohum. Derler ki, eğer namluda azıcık toprak olsaydı, orada bile mutlaka yeşerirdi hayat... Yapar mıydı? Valla yapar mı yapar, hayat bu...

 

*

 

İNSANLAR...

Yazık sana be birader

Mücadele ettiğin güç hakkında bilgilerinin kulaktan dolma, gerçeklerin süzgecinden geçmemiş, kırıntı düzeyinde olması... Kendini bile tanıma zahmetine katlanmadan gücünü alabildiğine abartman... Karşındaki rakip mi, düşman mı? Daha bunu bile anlayamaman. Değişim ve zamanın ruhundan bihaber olman. Ve stratejinin, taktiklerinin baştan sona yanlış olması... Ve her seferinde yenilmen. Ve yine kendin hariç herkesi suçlaman... Yazık değil mi sana ey Ademoğlu...

 

*

 

OKUYUNUZ

John Bodine'in çok sevdiği karısını ölümcül bir hastalıktan kurtarabilmek için tek çaresi bir psikopattır. Saplantılı bir zihnin onu yönlendirmesiyle korkunç ve durdurulamaz suç oyunlarının içine çekilir. John artık attığı her adımda peşinde bir caninin ayak izini bırakacaktır. Hasta ruhlu bu adamın kim olduğunu ortaya çıkarması için sadece 36 saati vardır... Akıl Oyunları'nın yazarı Daniel Palmer'dan zekice kotarılmış bir eser Görme, Duyma, Konuşma...

ade.jpg

 

*

 

İŞTE O KADAR

Aşk köprü kurmaktır. İnsanlar bunu yapacakları yerde, duvar ördükleri için yalnız kalırlar...

Newton