KONUK KALEM / Emin Ergün Sazak

KONUK KALEM / Emin Ergün Sazak
Hükümet değil kimlik seçimi

Sizler babam, eski Gümrük ve Tekel Bakanı şehit Gün Sazak’ı elbette çok iyi tanır ve bilirsiniz. Ama ben yine de kısaca bahsetmek istiyorum. Babam son derece şerefli ve namuslu bir insandı. II. MC hükümetinde kısa süren Gümrük ve Tekel Bakanlığı sırasında ne vatanını ne kendini satmadı, tehditlere kulak asmadı, doğru bildiği yoldan asla ayrılmadı, teslim olmayı kabul etmedi.

Gün Sazak’ın siyasetin içinde olduğu yıllar ithal ideolojilerin fikir dünyamızı rehin aldığı bir devirdi. Soğuk savaşın kurşun gibi ağır gri havası sosyal hayatımızın her katmanını ele geçirmişti. Emperyalist propaganda ruhları korkunun azabıyla hasat ediyor, teslimiyete zorluyordu. Dünyanın iki büyük güçlü devleti kendi farklı ambalajlarında aynı köleliği kurtuluş ve özgürlük diye pazarlamaktaydı. Kapitalizm zehrini çok renkli cazip paketlerle sunarken, komünizm vadettiği sosyal adaletin ancak dinsizlikle gelebileceğini diretiyordu. Türkiye dünyanın en kıymetli mülkünde oturması sebebi ile bu acımasız propaganda savaşının cephesi durumundaydı.

İş dünyasından, bürokrasiden, politikacılardan, medyadan devşirilen gönüllü hainler bir zehir misali “teslimiyet felsefesini” zihinlere yutturuyordu. Teslimiyet; “Böyle gelmiş böyle gider, devleti sen mi kurtaracaksın” gibi meşhur sözlerle yaşanan kültür haline getirilmişti.  Bu propagandayı yutmayanlar “millet gider aya, biz gideriz yaya” gibi sözlerle derin bir aşağılık duygusunda boğuldular. Bir dantel gibi ince ince işlenerek sunulan en büyük yalan; emperyalizme karşı verilen savaştı. Hâlbuki kendisine ait hiçbir fikri olmayan çakma filozoflar, doğal olarak başkalarının fikirlerine tabi oluyor ve emperyalist devletlerin hususi köleliğine soyunuyorlardı.

Ekonomik tükeniş

Emperyalizm işte böyle toplumları hasat eder. Bu mücadelede aldatılıp özgürlük diye köleliğe koşanların hali ne acı, ne azaplı bir haldir. Değişen devir önümüze beklenmedik yeni riskler getiriyor. Ekonomik tükeniş komünizmden sonra kapitalizmi de yakaladı. Kapitalizm de; komünizmde olduğu gibi doğası gereği faşizme doğru kayıyor. Devletlerin, insanların özel hayatlarına ellerini uzatıp her sosyal kuruma paranoyakça hükmetme isteği faşizmi hortlatıyor. Demokrasileriyle övünen devletler çıkardıkları iç güvenlik yasalarıyla kendi başlarına silah dayıyor. Türkiye, bu küresel zelzelenin yine merkez üssü durumunda ve kendimize bütün bu sarsıntının içinde yeni bir kimlik arıyoruz.

Seçime gidiyoruz. Her oy verenin kendine göre bir seçim kriteri var. Genellikle duygusal bağ kurduğumuz bize sempatik gelen insanları seçme eğilimi olan bir toplumuz. Fakat bu seçim farklı. Bu sefer ülkeyi yönetecek bir hükümet seçmekten ziyade kendimize bir kimlik seçtiğimizi bilmemiz lazım. Kimliğimizi ararken unutmamamız, ders almamız gereken bir geçmiş var. Önce farklı farklı ambalajlarda satılan teslimiyet şimdi millete Allah’ın emri diye sunuluyor. Eskisinden çok daha kuvvetli ve çok daha başarılı bir kampanya var. Yeni filozoflar halkı aldatmak konusunda Muaviye’yi aratmıyorlar.

Bulunur kurtaracak...

Ben de sizler gibi endişeliyim. Koskoca bir milletin dağları tepeleri aşarak milyonlar halinde dipsiz bir uçurumun kenarına gelip durduğunu görmekteyim. Bu öyle bir durum ki bir adım ötesi yok olmaya giden bir yol. Ve bizler tarif edilmez bir aymazlıkla bu uçurumun kenarında durup aşağıya bakmaktayız. Siyaset sahnesinin tamamını avucuna almış Teslimiyet-Filozofları kulağımıza şöyle fısıldıyor; “Bir adım daha at barış için demokrasi için, anaların ağlamaması için.” Acaba diye içimizden geçiriyoruz. Aman sakın yapma diyenlerin sesi hiç duyulmuyor. Şeytanın bile şerrinden Allah’a sığındığı  “Teslimiyet-Filozofu” kulaklara fısıldıyor; “Din için, Allah için artık son adımı at. Gör bak barış güvercini olup uçuvereceksin.” Açılım, demokrasi, alt kimlik, üst kimlik hiç durmadan tekrarlanıyor ekranlarda, tam bir beyin yıkama operasyonu. Uçurumun kenarından kaçmaya çalışanlar “istikrar bozulur aç kalırsın” tehdidi ile geri çevriliyor. Ölümün en istikrarlı hâl olduğu gerçeği soğuk bir rüzgâr gibi esiyor sinelerde. Millet bir yandan, bir kahraman çıksa da; kolumuzdan tutup bizi bu uçurumun kenarından çekip alıverse diye düşünüyor. Diğer yandan düşüncesi bulanıyor zorla beynine sokulan “ver-kurtul” geliyor aklına, vereceği şeyin kendi ruhu olduğunu göremiyor. Kalabalıklar dönüp çaresizlik içinde birbirlerine bakıyorlar. Bir kurtarıcı arıyorlar. Kimse korkudan ağzını açamıyor, ama feryatları gözlerinden okunuyor. “Yok mu bizi kurtaracak birisi” diyor bakışlar. Başlar yalvarırcasına gökyüzüne çevriliyor, kalplerdeki feryat göğe yükseliyor; “Allah’ım acı bize, çek al bizi bu uçurumun kenarından!”

Haydi İstiklal Marşımıza kulak verip bu kâbustan uyanalım: Arkadaş! Yurdumu alçaklara uğratma sakın / Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın / Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın /Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.

Selamete çıkmamız dileği ile Ya Selam...