KONUK KALEM / Prof.Dr. Yümni SEZEN

KONUK KALEM / Prof.Dr. Yümni SEZEN
İslâm ve Millet, Milliyetçilik

 

İslâm ve Millet, Milliyetçilik

(Dindar Siyasîlere ve Dindar Yöneticilere İthaf Olunur)

Meselenin iki boyutu var. Biri sosyoloji kanunları olarak bir manâda tabiat-toplum kanunları, gerçek manâda Allahın kanunları olarak topluluk-toplum tipleri, bunların tarihi süreçleri, bu arada şimdiki merhale kabul ettiğimiz millet-ulus tipidir. Dayandığı temeller ve bunların bilimsel izahı söz konusudur. Diğeri, özellikle ülkemizde problem olarak devam etmekte olan bunun İslamiyet ile olan ilişkisidir. İstismar edilen konu daha çok budur. İslamiyet bu meseleye nasıl bakıyor? Çok yazılmış, çizilmiş, çok söylenmiş olmasına rağmen problem olmaya devam ediyor.

İnsan türü, bir erkekle bir dişiden üreyip çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır. Tabiatta ve onun insanla bezenmiş uzantısı olan toplumda, birleşme kanunları nasıl varsa, dağılma kanunları da vardır. Hiçbir şey rasgele ve tesadüfi değildir. Dağılırken çekirdek aileleri (ana-baba-çocuk) içinde bulunduran, aileden geniş gruplar halinde yer değiştirmişlerdir. İlk insan, ilk erkek, kadın, kimdir nasıl olmuş, dilleri nedir, bunlar burada şimdi bizi ilgilendirmiyor. Bunlar ayrı kanunlardır, önemli ve fakat şu anki konumuzdan ayrı çalışmayı gerektirir. Dağılma sebepleri meçhul değildir. Biten rızk kaynakları karşısında yeni kaynaklar aramak, geçimsizlik ve kavgalar, psikolojik sürtüşmeler, hatta maceraperestlik bu sebepler arasındadır.

İnsanlar hiçbir zaman, hiçbir yerde, sürü hayatı yaşamamışlardır. Hayvanların bile çoğu sürü halinde değillerdir. İnsanlar bu kabiliyet ve özellikle nasıl sürü hali oluştururlar? Bunlar bazı ideolojiler için uydurulmuş senaryolardır. Böcek türleri kovan veya koloni, memeli hayvanlar geçici de olsa aileler halinde olmuşlar ve böyle devam etmektedirler. Bu tür hayvanlarda ve insanda yavrunun bir süre (insanda daha uzun süre) bakıma muhtaç oluşu (aksi halde yaşayamaz) aile mecburiyetini getirmiştir.

İnsanlar gruplar halinde yeryüzüne dağılmışlardır, dedik. Tarihi, etnolojik antropolojik, yani bilimsel tesbitler böyle olduğu gibi, Kutsal Kitabımız da aynı bilgiyi verir. "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, ve sizi şu'ub (soylar) ve kabileler (kabail) haline koyduk ki birbirinizle tanışasınız. Şüphesiz Allah katında en iyiniz, takvaca en üstün olanınızdır..." (Hucurat 13). Bu ayetten 4 hususu açık-seçik anlıyoruz. Bunu belirtip, dini alanda söz etmeyi sonraya bırakıp, devam edelim.

1. İnsanlar azdan çoğa doğru üremiş ve yayılmışlardır.

2. Çoğalan insanlar sürü halinde değil, soylar ve kabileler, milletler haline gelmişlerdir.

3. Bu gruplar arasında devamlı münasebetler olacaktır. (Tearefû): Bilişmek, tanışmak demektir. Gruplar er-geç birbirinden haberdar olacak, bilişecek, tanışacak, maalesef bazen de birbiriyle savaşacaklardır.

4. İnsanlar, dolayısıyla sosyal gruplar, soy üstünlüğü gütmemelidir. Birbirlerine üstünlüğü yoktur. Takvada, iyilikte, hakta, doğruda yarışırlar.

Grupların gidişatına dönelim. Küçük gruplar, gittikçe büyümüş, klan (semiyye, gens) aşiretler (oymak) haline sonra kavimler haline gelmişlerdir. Yerleşik düzene geçmişler, siteler (şehir devletleri) oluşturmuşlardır. Bunlar hem imparatorlukların, hem milletlerin çekirdeğini teşkil eder. Bu safhaların her birinde yönetim mekanizmaları oluşturmuşlar, devlet adını verdiğimiz teşkilatlara kavuşmuşlardır. Aşiret Reisleri, daha önce klan şeflikleri, Site devletleri, imparatorluk devletleri, sonra milli devletler gerçekleşen dönemlerdir.

Bir babanın zürriyetinden doğup dallanan cemaatlere kabile diyoruz. Türlerde boy, oymak deniyor. Asabe sisteminde, aşiret, şa'b ve kabileden sonra geliyor. Sonra kavim (etnik grup) sırada yerini alıyor. Hepsinde soy birliği (aynı atadan daha geriye giden soy anlamında değil, o atada duraklayan soy anlamında) mevcuttur. Aynı zamanda kültür (dil, örf-adet, ahlak anlayış, inanç düzeni) birliği vardır.

Bu kavimlerden bazıları, şu veya bu sebep ve şartlarla, büyüye büyüye, toplaya toplaya büyük devletler kurmuşlardır. Kültür yönünden hakim kültür olmuşlardır. Bunlara kurucu kültür deniyor. İmparatorluk adını verdiğimiz çok kültürlü, çok kavimli büyük devletlerin dağılmasından sonra, yeniden oluşan toplumlarda, bu durum daha iyi anlaşılır. Bu safha artık millet/ulus safhasıdır ki bazı kavimler için modern tarzda yeniden tekrarlanmış, yeni şartları taşıyan toplumlardır. Yeniden inşayı ve modern şekli sanayileşme hızlandırmıştır. Bu safhaları birer birer geçmesi, yolda büyük medeniyetler kuran, rüştünü ispat eden, büyük fikir ve bilim adamları yetiştiren, insanlığa yeni şeyler sunan toplumlar olduğu gibi, bu seviyeye ulaşmamış, ancak onlara katılarak aynı şeyleri paylaşan, var olmayı bu şekilde iradelerine yerleştiren topluluklar da vardır ve bunlar sayıca çoğunluğu teşkil ederler. Bugün dünyada 50-60 millet, 6 bin etnik grup bulunuşu, dediklerimizin izahıdır. Kimi hala bağımsız ve kendi kimlikleriyle devam etmektedirler ki bunlara iptidai topluluklar diyoruz. Kimileri milletlere katılmış, onların millet olmala­rında rol oynamış etnik gruplardır. Kimileri iyice dibe çökmüş, görünmez olmuş, kimileri ben buradayım demektedirler. Farklı etnik gruplar bir kültür etrafında toplanmışsa, bunlar yan yana değil, iç içe yaşarlar. Yan yana yaşayan bağımsız gruplardan asla millet meydana gelmez. Niçin her topluluk/kavim millet olamamış, bunun elbette, psikolojik, sosyolojik, antropolojik ve sosyolojik sebepleri vardır ve bu sebepler bilinir. İsterseniz bunu biraz da dramatik şekilde anlatan Karl Marx'ı dinleyelim. "Alman milletinin komşularını buyruğu altına almak ve kendine uydurmakta tarih boyunca gösterdiği eğilimi, aynı zamanda bu milletin fizik ve akli gücünü ispatlar... Almancadan başka dil kullanmamış olan nüfus çokluğu ve ülke birliğinden yoksun bulunan birkaç veremli insan topluluğu uğruna tarihin bin yıl geriye döneceği düşünülebilir mi? (K. Marx'ın "Başkaldırma ve Karşı Başkaldırma, ya da 1848'de Almanya" Kitabından naklen, Bertrand Russell, Sosyalizm, s. 87-88). Marx, milli bilinci vurgulamış, her kavmin, her sosyal grubun millet olamayacağını, olmamış olduğunu bir güzel anlatmıştır.

Yalnız ideologlar, mütefekkirler değil, tarihçiler, dinler tarihi uzmanları, sosyologlar, aynı şeyi ifade etmişlerdir. Daha doğrusu tarih ve sosyal hayat, durumu bu uzmanlara dikte ettirmiştir.

Ben de bu konuyu, İslamın Sosyolojik Yorumu (İstanbul 2004, s. 107-191; Hümanizm ve Türkiye, İstanbul 2005, s. 484-535; Sosyolojiden İdeolojiye Küresel ve Milli Arasında Türkiye, İstanbul 2012, s. 15-100) kitaplarımda ve birçok makalemde dile getirdim. Özellikle İslamiyetle İlişki üzerinde durdum.

Şimdi gelelim Millet ve Milliyetçiliğin, İslamla uyumu veya uyumsuzluğuna. Şu konular üzerinde durmamız gerekiyor:

- Akrabalık ve bütün insanlar (insanlık) diyalektiği

- Milletler ve İnsanlık diyalektiği

- Milletler ve İslam diyalektiği

- İslamlaşma-Başkalaşma

- Kimlik, Aidiyet, Şahsiyet Meselesi

Diyalektik, iki zıd görünen gerçeğin çatışması sonucu ulaşılan bir sentez mesele­sidir. Yukarıda saydıklarımızın hepsi fert-toplum diyalektiğine bağlıdır. İki gerçek yan yana, ayrı ayrı durmayabilir. Fert de gerçektir, toplum da. Hatta bunlar tezat içindedirler. Fert isteğini, istediği şekilde yapmak ister, fakat toplum, ben burdayım, ben de varım der, ferde yapacağını seçerek yaptırtır. Biri diğerini yok sayarsa bunalım ve kaos başlar, ikisi de zarar görür. Birinin diğerini yok sayması imkansızdır. Fert ve toplum diyalektik halinde bir bütündür ve sentezi sosyolojik olarak Devlet şeklinde tezahür etmiştir.

Akrabalık ve insanlık da diyalektik bütündür. Hayvanlarda geçici de olsa aile vardır, fakat akrabalık sistemi yoktur. Dede, torun, kardeş, teyze, hala, amca, dayı v.s. yoktur.

Bir yerde iki kardeşin soyu ayrı ayrı üreyip gelmiştir. Geriye doğru giderek biz kendi atamı­zı başlangıç kabul etmiş olabiliriz. Daha geriye gidip ilk insana bağlamak doğru da olsa, artık bunun antropolojik ve sosyolojik bir önemi yoktur. Aidiyeti ve kimliği belirsizleş­tirir. Akrabalık sistemini bir yerde durdurmuş ve somut bir durum kazanmışızdır. İşte bu belirlenmiş, sınırlandırılmış akrabalık ile bütün insanların aynı soydan gelmiş olması arasında bir diyalektik oluşmuştur. Sentez, kavim, millet gibi sosyal grupların inşası olmuştur. Millet ve insanlık diyalektiğinin de varlığı aynı şekildedir. Millet ve İslamiyet diyalektiği de bu cümledendir. İslam Ey Nâs (ey insanlar!) derken de kabile ve aşiretten, kavimden bahsederken de gerçekcidir, sentezcidir. Önce "en yakın aşiretini uyar (inzar et)" (Şuâra 214) derken, "Sizden önce geçen Nuh, Âd, Semûd kavimlerinin haberi size gelmedi mi?" (İbrahim 9); "Zülkarney sonunda iki dağın arasına varınca, orada, neredeyse hiç laf anlamayan (dilleri farklı) bir kavme rastladı" (Kehf 93); "Ey inananlar! Allahın gazabına uğramış kavmi dost edinmeyin..." (Mümtehine 13); "İnsanı sudan yaratıp ona soy sop (neseben ve sıhran) O'dur. Rabbin herşeye kadirdir." (Furkan 54); "Rabbim sizin yerinize başka bir kavim getirir de ona birşey yapamazsınız" (Hud 57); "Savaşa çıkmazsanız, Allah size şiddetli azap eder ve yerinize başka bir kavim getirir. Ona birşey de yapamazsınız. Allah herşeye kadirdir" (Tevbe 39); "Ey iman edenler, aranızda dininden kim dönerse, bilsin ki Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, Allah yolunda cihad eden, kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir..." (Maide 54); "likülli kavmin, hâdin" (Her kavmin bir yol göstereni vardır) (Ra'd 7); "Ey İnsanlar! Bir kavim diğerini alaya almasın..." (Hucurat 11); "... Bir kavme olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevketmesin" (Maide 8) derken sosyolojik gerçeği kabul ettiğini anlıyoruz. Gerçekçi ama sentezci tavrını öğreniyoruz.

Hz. Peygamber, akrabalık üzerine çok sayıda söz (hadis) söylemiştir. Akrabalarımızı terketmememizi, gereksiz yere terkedenlerin cennete giremeyeceğini, sılayı rahmi terketmememizi istemiştir. Bu hadislerin hepsinin kaydı kuydu mevcuttur. Bu akrabalık gayreti, bizi nereye götürür? Geriye ve ileriye doğru millete. Bütün bunlar, insanlar Âdemdendir, Adem de topraktan genel bilgisine aykırı değil, diyalektik bir sentez içindendir.

Genel aidiyet, özel, yani daha yakın aidiyete aykırı değildir. Özel de genele aykırı olmaz. İnsanlığa ait olmamız ve böyle bir aidiyet duymamız, milli aidiyete engel değildir. Madem ki İslamiyeti söz konusu ediyoruz, onunla uygunluğunu konuşuyoruz, o halde Allahın ayetlerine ters düşemez, aykırı inanamayız. "... Dillerinizin ve renklerinizin çeşitli olması O'nun ayetlerindendir (Varlığının belgelerindendir)." (Rûm 22). Dil kültürü, renk kavmi, ırkı temsil ediyor. Irk, yol üzerindeki farklılaşmayı ifade ediyor ki, aynı insan türünün biyolojik bir çeşitlenmesidir. Tek başına sosyolojik hiçbir değeri yoktur. Sosyolojik değer, aralarımdaki iletişim-etkileşim (interaksiyon), psikolojik ilişkiler, müşterek alışkanlıklar, geçmiş beraberliği veya benzemezlikler, gelenekleşme, gelecek iradesi, akrabalık ilişkileridir. Bunlar sosyolojik değer ifade ederler. Akrabalık biyolojiyi çağrıştırsa da onu aşmıştır. Sırf biyolojiyle izah edilseydi, hayvanlardan da akrabalık sistemi oluşurdu.

Kültür orijinallikleri önemlidir ve benzerliklerinden fazladır: Bir ülkeden dışarı çıktığınızda, başka milletlerle, başka kültürlerle karşılaşırız. İnsanlık bunları birlikte değerlendiren insanî özelliklerin adıdır. İslam, gerçekleri hatırlatan tebliğler üzerinde yükselir. "Hangi kavme benzerseniz, o kavimdensiniz." (Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 50) iki taraflı manâya delâlet eder. Olumlu manâsı, kültürün birleştirici özelliğidir. Meselâ Kürtler, Çerkezler, Gürcüler v.b. Türklere benzemiştir. Olumsuz manâsı, kendine yabancı bir kültüre özenme ile bozulma başlar.

Özetlersek; Kavim: Akrabalık sistemine, gerilerde kalsa da bir müşterek ataya bağlanmaya, oluşmuş olan müşterek bir örf ve adetler sistemine ve dil beraberliğine dayanan sosyolojik bir bütünlüktür. Millet: Kavim tabanını muhafaza etmekle beraber, daha genişlemiş, kültürün esas olduğu bir sosyolojik bütünlüktür. ümmet: Din esasına dayanan bir inanç ve kalp birliğidir. Ancak ümmet duygusu ya aynı kültürün içinde yer alır, yahut siyasi anlamda müslümanlaşmış ama birden fazla kültürü içine alan İslamî milletler federasyonu şeklinde algılanabilir.

Sözüm ona "modern" millet teorileri, geçmişi göz önüne almadan, 18. yy.'da sanayileşme ile başlayan, iletişimin artmasıyla oluşan bir toplum tipinin tanımı ve değerlendirilmesi ile uğraşmışlardır. Bunlar, tarihî, etnolojik, antropolojik, yani bilimsel dayanakları olmayan, günümüz toplumlarını inceledikleri için kısmen sosyolojik fikir üretimleridir. Şunu söyleyebiliriz ki, günümüz, milleti, tarihi ve sosyolojik köklerinden koparmamakla beraber, fazla olarak ve öne çıkarılmış şekilde, vatana, vatandaşlığa, hukuki ve siyasi ilkelere göre değerlendirmektedir. Bunun bir sakıncası elbette yoktur. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük gibi ilkelere vurgu yaparak, bunlara ters düşmeden meseleye bakılmaktadır. Ancak bunlar bahane edilerek, millet gerçeği, muğlak bir hale getirilmemelidir. Çünkü işin ucunda kimlik ve şahsiyet meselesi vardır ve kimlik ve şahsiyet kişilerle sınırlı değil, toplumsal bir konumdadır. Kişinin kimliği, ailenin ve daha geniş ailenin kimliğiyle bütünleşmiştir. Bunun zıddı olan sürünün modern şekli "kitle insanı" olmaktır. Kitle insanı, dıştan bağlı, içten içgüdü egemenliğinde bir tiptir. İnsanlık, özgürlük, insan hakları gibi gerçekler istismar edilerek, kimliği bozmamalıdır.

Aynı konunun içinde devlet de vardır. Kültür, başlangıçta devlet olmasa da cereyan eden bir alandır. Fakat devletsiz uzun süre dayanamamıştır ve dayanamaz. Kaybolup gidebilir. Devlet ise sırf bir otorite, belirsiz ve kimliksiz bir otorite değil, bir toplumun doğal teşkilatı haline gelmiş otoritedir. Temsil ettiği kültürün devleti olmuştur. Kültürün devlete, devletin kültüre ihtiyacı vardır.

İslamiyetten de söz ettiğimize göre, millet kavramının, Kur'an'da din anlamında kullanılmasına ne diyeceğiz? Bizim anlatmaya çalıştığımız şey bir sosyal grup tipidir. Din ise farklı bir kavramdır. Gerçekten acaba Kur'anda millet, din anlamında mıdır? Milleti reddetmenin neredeyse İslami bir delili aranmaktadır. Bakalım:

"Yahudiler ve Hıristiyanlar, dinlerine uymadıkça (hattâ tettebi'u milletehum; Milletlerine uymadıkça) senden razı olmayacaklardır. De ki: "Doğru yol ancak Allahın yoludur..." (Bakara 120). Burada millet, sünnet, adet, gelenek, hukuk, kültür demektir. Onların adetlerine, kural ve kanunlarına (şeriat) uymadıkça demektir. Yeni gelmiş bir din, kendisini terkedip, öbür dinlere uyacak değildir. Söz konusu, onların sünneti olan yollarıdır. "... Babanız İbrahimin dininde de (millete İbrahim) böyleydi. Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için... O size müslümanlar adını verdi..." (Hac 178) Din anlamında İbrahimin dini diye birşey olmaz. Musa'nın dini, İsa'nın dini, Muhammedin dini diye bir tanımlama olmaz. Burada İbrahim'in sünneti, adetleri, İbrahim'in takip ettiği yol, hatta İbrahim topluluğu demektir. Yoksa İbrahimi dinler" de diyerek Yahudiliği, Hıristiyanlığı ve İslamı birer şube mi kabul edeceğiz? Aynı ayette din anlamında iki ad olmaz. İbrahimin dini, müslümanlık. Biri müslümanlık dinin gerçek adı, diğeri gelenek anlamındadır. Kurtubî, Halebi v.b. müfessir ve mütefekkirler, bir kelime Kur'anda geçiyorsa (İslam gibi) o artık başka bir kelime ile ifade edilmez demişlerdir. Zuhruf 28'de İbrahimden kalan, "kelimeten bakiyeten" = "millete İbrahim" yerine kulla­nılmıştır. "Kalıcı din" İslamdır. Bakiye (kalan) burada din değil, kültür ve gelenektir.

Millet kelimesi melel kökünden gelmektedir. "Tarîkun melîlun" da olduğu gibi, sürekli gidile geline basılıp düzlenen yol anlamındadır. Din anlamındaki millet (çoğulu milel) belli bir sınırlılığa, çeşitli zabıta ve kurallara dayalı belli bir yaşantıya delalet eder. Tıpkı dinin belli bir program dahilinde gösterilen boyun eğiş ve itaat olması gibi. Millet kavramı bir akli çerçeveyi ifade ettiği içindir ki, hak çerçevede sıkışmayı da, batıl çerçevede sıkışmayı da ifade edebilmektedir." (bkz. Murat Sülün, Kur'an'da Dinin Semantik Anlamı, Din Sempozyumu, s. 80-81).

İslam yerine hiçbir kelime geçmez. Din kelimesi de buna dahildir. Bırakın millet kelimesini, din kelimesi bile hak sistemi ifade etmeyebilir. Nitekim kâfirun sûresinde "Sizin dininiz size, benimki bana" denirken, hak yol anlamında değildir. Sizin alışkanlıklarınız, kurallarınız, yolunuz, adetleriniz, amelleriniz anlamındadır.

Demek ki Kur'anda da millet kavramı içinde din dahil, bir toplumun, bir peygambere bağlı olanların adet ve gelenekleri, yani kültür anlamındadır ve sonuçta toplumu kastetmektedir. Millet kelimesi sosyolojik manayı ifade edemiyorsa, isterseniz ulus gibi, budun gibi, Batılılar için nation gibi başka bir kelime kullanın, sonuç değişmez. Ancak millet kavramında din anlamı da sıkışmış olduğu için bizlerin tercih edeceği bir kelimedir.

Milletin ne olduğunu ve İslamla ilişkisini anlamaya çalıştık. Gelelim milliyetçilik meselesine ve bunun da İslam ile ilişkisine. Burada iki temel tavır olabilir:

1. İkisi de ayrı ayrı dursun, aralarında uyum aramak şart mı? Yani hem müslüman, hem milliyetçi olabilirim. Milliyetçiliğim kendime, yani kendi toplum kimliğime ait bir husustur, müslümanlığım evrensel hakikate ait bir tutumumdur, onun da onun da gereklerini yaparım.

2. Ya müslüman olacağım, ya milliyetçi, bunlar uyuşan şeyler değildir. İkisinden birini tercih etmeliyim.

Ne müslüman, ne milliyetçi, ikisi de senin olsun, ikisi de benim anlayışıma, ideolojime uymaz şeklinde olabilecek üçüncü bir durumun, şu anda bizim konumuzla ilgisi yoktur, apayrı bir meseledir.

İki tavır da gerçekçi değildir. Hele Türkiye'de. Bununla ilgili olarak iki yüzyıldır kıyamet kopmaktadır. Türk müsün, müslüman mısın? Önce hangisisin? "İslamcılar" için milliyetçilik küfürdür. Çünkü ırkçılıkla aynı şeydir. Milliyetçilere göre durum biraz daha yumuşaktır ama, yine de "müslümanlık eğer buysa" parantezi sık sık açılmaktadır. Müslümanlığı öne sürüp milliyetçiliğe şaşı bakanların, milliyetçiliği öne sürüp müslümanlığa karşı çıkanların sayısı az değildir. Teorik olarak uyumda zorluk çekildiği gibi, hayata da dikkatli bakılıp değerlendirilememiştir.

İslamla ilgi ve uyumunu biraz sonraya bırakıp, önce doğrudan şu milliyetçilik meselesine bakalım. Vatan ve vatanseverlikle başlayalım. Vatan ve vatanseverliğin tek başına herşeyi halletmediği açıktır. Bunu önemsemeyenlere karşı elbette vatan önemlidir. Fakat zaten içgüdüsel olan bu duygu, diğer önemli unsurları nezdinde barındırmayabilir. Aslan, ayı v.b. hayvanlar da inlerine, yuvalarına bağlıdırlar ve onu korurlar. Fakat bir kültürleri, değerler sistemi yoktur, olmayınca da bunu geliştirmek ve geleceğe taşımak kaygıları bulunmaz. İnsan, sosyal veraseti korumaya yönelir ve onu geleceğe taşır. Aksi halde her seferinde, yani her nesilde, onu yeniden inşa etmek durumunda kalırdı. O bozuluyorsa tedbir almak durumundadır.

Milliyetçilik, aidiyetin ve mensubiyetin, toplumsal verasetin, toplumsal kimlik ve şahsiyetin devamı arzusu ise, bu da doğal bir duygudur ve herşeyin normal olduğu zamanlarda sakindir. Bir manâda milliyetçilik uykudadır. Bu durumda faal bir hareket, bir ideoloji, bir siyaset değildir. Gerçi hiçbir problem olmasa da, onun biyolojik, psikolojik, sosyolojik, tarihî, hatta dinî, ahlakî, vicdani bir zemini vardır. Ne zaman ki problem ve endişe ortaya çıkar, sessiz veya sesli eylem başlar, hasıl olan ihtiyaçtan dolayı bir ideoloji haline gelir. Basit ve tarafsız bir fikir örgüsünden ibaret kalmaz. Artık bu ideoloji, fikrî, felsefî, iktisadî bir sistemi güçlendirir, çünkü millî duyguyu güçlendirmiştir. Canlıdır, hareketlidir, aktif ve dinamiktir. Bunların hiçbirinin ırkçılıkla ilgisi yoktur. Ernst Gellner'in dediği gibi milliyetçilik, gizli bir icat değildir.

Milliyetçilik muhafazakârlık mıdır? Bir yönüyle evet ama, neyi, niçin, nasıl muhafaza edeceğinize bağlıdır. Muhafaza, geleneğin tekrarı ise, bilinçli ve aynı zamanda seçici ve gelişmelere de açık olmalıdır. Her tekrarlanmış olan şey doğru olmayabilir. Meselâ "Devletin malı deniz, yemeyen domuz" doğru ve olumlu bir tekrar olamaz. Kimliği ifade eden, değerleri yansıtan öz, muhafaza edilmelidir. Milliyetçiliğin muhafazakârlık yanı da devrimcilik yanı da bulunur. Bunlar bir bütünlük teşkil eden diyalektik sentezlerdendir. Milliyetçi muhafazakâr değildir demek, millet hayatında ne dili, ne vatanı, ne ahlakı, ne din mukaddesliğini söz konusu etmemek, bunların devamlılığını istememek demek olur. Bunlar muhafaza edilmeyecekse ne muhafaza edilecektir? Böyle bir durumda sosyal varlıktan geriye ne kalır ve kimlik ve devamlılık hangi anlama gelir? Böyle bir durum, başkalaşmaya açık bir durumdur. Aynı zamanda milliyetçilik muhafazakârlık yanında gelişmelere, yeniliklere, başkalaştırmayan devrimlere açık olmalıdır.

Milliyetçilik, temsil ettiği milletten, millî kültürden, tarihi süreçten dolayı devletin görevidir. Temel ilkeler olan adalet, güvenlik, iktisadî sorunları çözme yanında devlet milliyetçi olacaktır. Fakat Türkiye'de halkın milliyetçi olması, bu seviyeye ulaşması daha önemlidir ve devletin işi böylece kolaylaşır. Fakat bugüne kadar bu, bilinçli şekilde gerçekleşmemiştir. Halk taklide, aldırmazlığa, gününü gün etmeye, menfaatperestliğe açık hale gelmiş, bozulmaya aday olmuştur. Her yerde, her fırsatta, Türkçe yerine yabancı kelime kullanması, kendine yabancı toplumların adet ve alışkanlıklarını hemen benimsemesi, asla bir gelişme işareti değildir. Değişme ve ileri giderse başkalaşma işaretidir. Oysa halk, meseleyi devletin bayramdan bayrama ve belirli günlerde tekrarlanan törenlerden ve buradaki milliyetçi vurgulardan ibaret görmemeliydi. Müslümanlığı öne sürüp, bilir bilmez milliyetçiliğe karşı çıkmamalıydı. Halkın çoğunluğu dindar ise, daha bilinçli milliyetçi olmalıydı. Ne yazık ki bu, gerçekleşmedi. Aksine, reklamlara, medyaya, kapılıp kimliğini kendi tutumuyla bozar hale geldi.

Millet, milliyet, milliyetçilik konusunda buraya kadar anlattıklarımın daha da fazlasını çok kişi bilir ve bunların anlaşılması zor değildir. Fakat İslamla ilişki ve uyum meselesine gelince "cahil inatçılığı" aşmak zor olmuştur. İşin içinde kültür dediğimiz bir mesele olduğu için, önce İslamın bu konuya nasıl baktığını bilmemiz gerekir. "İş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, harsı ve nesli (harsen ve neslen) yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez." (Bakara 205). Hars ekin, ziraat demektir. Kültür de aynı anlamdadır. Kültür insan üretimidir, ziraat de öyle. Nesil kavramıyla birlikte zikredilmesi manidardır. İşbaşına geçen bazı insanlar, hayatı, her nesilden canlıyı kökünden kurutmak tıynetinden bahsediliyor. Bunlar bozguncudurlar. Hars (ziraat-ekin) kavramı, üretimden, canlılıktan dolayı nesil kavramına bitiştirilmiştir. (Harsen ve neslen). Hars ve nesil kavramları birlikte kültür kavramını ifade etmektedirler. Bir tarafıyla maddi kültür (ziraat), diğer tarafıyla nesil, yani bizatihi kültürü temsil eden insan soyu kastedilmektedir. Neslin bozulması da kültürün bozulmasını çağrıştırmakta­dırlar. Buna renklerimizin ve dillerimizin çeşitliliği Allahın belgelerinden (ayet)dir" ayetiyle, diğer bazı ayetlerle, birçok hadisleri birleştirirsek, İslamın kültüre de, sosyal kimliğe de, millî olan herşeye de yer verdiği anlaşılır. Tarihi anlayamayan, anlamak istemeyen bir inatçı cehaletimiz yoksa.

Yukarıdaki ayette olduğu gibi, tabiat olayları ve çeşitlilik, Allahın adetidir. (sünnetullah. Biz ona yukarısını makasla keserek, tabiat kanunları demişiz). Renk ve dil farklılığı gibi bütün farklılık ve çeşitlilikler, tabiatın bir rasgeleliği olmadığı gibi, tabiatın ariziliği de değildir. Ananın yavrusuna, yavrunun anasına sevgi ve şefkatleri, nasıl birer tabiat arızası değilse, bir milletin kurtuluş mücadelesi, bir arıza veya tesadüf değildir. Milli duygular ve milletini koruma refleksi de bir arıza ve tesadüf olamaz. Böyle düşünmek İslamiyet açısından sünnetullaha aykırıdır. Irkçılık arizidir. Çünkü üstünlük davası, insanlık hislerini rencide, kendi ırkından olmayanlara hayat hakkı tanımama gibi hususları içine alır. Milliyetçi ise, başka millet fertlerinin de milliyetçi olabileceklerini bilir ve saygı duyar, yeter ki başkası için zararlı hale gelmesin.

Millete yer veren İslamiyet, milliyete, yani aidiyet ve mensubiyet bilincine neden yer vermesin. Ferdî ve toplumsal kimliğe ve şahsiyete yer veren İslamiyet, bunun devamı arzusuna yer vermez olur mu? Akrabalık bilincini bu kadar öne çıkaran bir din, millet ve milliyetçiliği reddeder mi?

Kimlik ve şahsiyet deyince şu müslümanlaştırma ile eritme-başkalaştırma (asimilasyon) arasındaki farkı anlamaya çalışalım. İslamiyet hangi millet ve kültürden, hangi aşiret ve kabileden, hangi kavimden olursa olsun, onun müslüman olmasını isterken, onun başkalaşmasını, kimlik ve şahsiyetini, kültürünü tamamen değiştirmesini, dilini, müziğini v.s. başkalaştırmasın istemez. İslamın buna ihtiyacı da yoktur. Belli ilkelere uymasını, belli amelleri yapmasını, belli hedefleri anlamasını ister. Bunları yapması için başka bir insan kimliğine girmesine gerek yoktur. Asimilasyon (eritme), İslama aykırıdır. Allahın belgelerinden (ayetlerinden) olan farklı renk ve diller ilkesine, "Onları yeryüzünde iyiler ve aşağılar olarak ümmetler halinde böldük" (A'raf 168) ilkesine aykırı olur.

O halde milliyetçiliğin, ırkçılık yapmamak şartıyla, İslamın ilke ve hedeflerini isteklerini unutmamak üzere, İslamla çatışan bir tarafı yoktur.

İslamî bahaneler arayanlar dahil, Türkiye'de kimler milliyetçiliğe karşı çıkıyor? Bunu öğrenmek önemlidir. Millî devlete, cumhuriyet felsefesine, millî devletin kurucu iradesine, düşmanlık besleyenler, bugünlerde küreselciliğin de gölgesine sığınarak, karşı çıkıyorlar. Bunların bir kısmının gerekçeleri kendilerince bilinir haldedir ve tarihi bir düşmanlığın damarlarını taşır gibidir. Bir kısmı İslamı bildiğini zanneden cahillerdir. Bir kısmı istismarcılardır. Bunları önleyebilmek için, özellikle istismara engel olmak, daha genelde milleti anlayabilmek için şu soruların cevaplarını bulmak zorundayız?

1. Türk kavmi ve onun kültürünü devam ettiren Türk milleti, 36 etnik gruptan biri midir?

2. 36 veya benzer sayı, psikolojik tepkileri gizleyen, hayali bir rakam mıdır? Beş-on kişiden ibaret mensubu bulunan bazı itikat gruplarını veya sönmüş ve mensubu birkaç kişiye düşmüş grup artıklarını da etnik grup mu sayacağız?

3. Başlangıçtan beri bu 36 etnik grup dedikleri, Türk Kavmiyle hep beraber mi olmuştur. Beraber mi yola çıkmışlardır? Yoksa sayıları dördü beşi geçmeyen bu gruplar, sürece yol boyunca sonradan mı katılmışlar, onunla bütünleşme iradesini göstermişlerdir?

4. 36 etnik grup, bu milletin adını, birleşip karar vererek mi Türk koymuşlardır? Yahut bu ad tesadüfen mi ortaya çıkmıştır?

5. Bu milleti bugüne taşıyan, tarih boyunca büyük devletler ve medeniyetler kuran, dilini, inançlarını, örf ve adetlerini, musikisi başta olmak üzere sanatlarını bugüne dek getiren Türk Kavmi midir, yoksa bu 36 etnik grup mudur?

Karşı çıkanlar bunların cevaplarını vermek zorundadırlar.

Şimdi de şu soruları müzakere edelim:

1. Türk Milletini dışta ve içte boğmak, parçalamak isteyen güçler var mıdır ve bu güçler tırmanışa geçmiş ve aleniyete dökülmüş müdür?

2. Türk Milletinin dinî, kültürel, ahlaki değerlerine açık-gizli saldıranlar, bozmak isteyenler var mıdır?

3. Türk kültürünün, dili, dinî değerleri gittikçe yozlaşıyor mu?

4. Türkiye'nin adını değiştirmek, bu adı her yerden silmek isteyenler, Anayasayı buna göre düzenlemek isteyenler var mıdır?

5. T.C.'nin hataları büyültülerek, istismar edilerek, her türlü kimliğine ve iradesine karşı çıkılmakta mıdır?

6. Türkiye'de Türkten bahsetmek kınanır hale gelmiş midir?

7. Etnik gruplar, millete başkaldırı içinde olup, Türkiye bölünmekle başbaşa kalmış mıdır?

8. Kim beni idare ederse etsin, karnım tok, sırtım pek olsun, şahsî mutluluğuma ve beklentilerime zarar gelmesin yeter anlayışı galip gelmeye başlamış mıdır?

9. Pantolon kemerlerinin tokalarında İngiliz bayrağı motifi taşımaktan tutun, her tarafta, her şehirde tabelalara, işyerleri isimlerine, yeni yapılan bina isimlerine kadar çok şey Türkçe dışındaki dillerle yazılmakta mıdır?

10. Aydın dediklerimiz yabancılaşmış, dinine, kültürel değerlerine, tarihine yabancı hale gelmiş midir?

11. Medya yabancılaşma işini her gün arttırarak devam ettirmekte midir? Tiyatro sahnesi gibi, senaryolu, para kazanmak uğruna, duyguları sömürücü evlendirme rezilliklerini Türk halkına reva görmekte midir?

12. Dünyada bir Türk kimliği ve Türk Dünyası yokmuş gibi davranılmakta değil midir?

13. Bozulma, yozlaşma süreci aşılmış, başkalaşma süreci başlamış mıdır?

14. Bir askeri yetkili, teröre karşı operasyonlarda, Chopin ve Liszt'i dinlemekle huzur bulduğunu söylemiş midir?

15. İki Türk erkeği birbiriyle evlenmiş, Türkiye'de kına yapmış, kanunlarımız uygun olmadığı için dış ülkelere giderek nikah kıydırmışlar mıdır?

16. Türkiye'de Viking spermi satış bayii var mıdır?

17. Amerikadaki sperm bankasından satın aldığı spermle hamile kalan Türkiye'li bayanla aynı toplumda yaşamıyor muyuz?

18. Türkiye'de Odalar ve Borsalar Birliği üyesi iş adamları, Berlinde bir Türk işadamının açtığı Artemis adlı genelevinde, Alman işadamları ile birlikte kutlama yapmışlar mıdır?

19. Türkiye'de çocuk pornosunu sakıncasız görenler var mıdır? Din ağırlıklı vakıf ve kuruluşlarda tecavüz olayları ayyuka çıkmış mıdır?

20. Sevgide, aşkta, sekste ahlaksızlık aranmaz, saygı duyulmalıdır, bu işi milliyetçiler lanetliyorlar, seksî giyinmek özgüven belirtisidir diyen Türkiyeli kadınlar çoğalmaya başlamış, bunlar Batılı kadından daha çağdaş, daha özgür olmayı arzulamakta mıdır? Bu özgür olmanın sınırı nedir?

21. Küresel-liberal-kapitalizmin zulmü altında Türkiye inlemekte, bir tarafta zengin, bir tarafta aç ve sefil insanlar bulunmakta ve uçurum gittikçe derinleşmekte midir?

22. Türk ekonomisi, havuzculara, yandaşlara, küresel şirketlere teslim edilmiş midir?

23. İş dünyası küresel yabancı şirketlere teslim olmuş, dünyayı idare eden 8-10 ailenin gizli esiri hale gelmiş midir?

24. Yabancı şirketlerin ortaklıkları veya hakimiyetleri artmış mıdır?

26. T.C. nin yıllardır biriktirdikleri, teker teker ve özellikle yabancılara satılmış ve satılmakta mıdır?

26. Günün 12 saatinde İslam'a ve Türklüğe çatan, Muhammed'in (s.a) ve Atatürk'ün karikatürleri yapılmadıkça demokrasiden söz edilemez diyen, bunu yazıp çizen, TV.'leri dolaşarak bunu dile getiren birilerine ödül verilmiş, bu ödül, dini dilinden düşürmeyen bir başbakan tarafından verilmiş midir? Bunu bazıları programlarına, özgürlük, insan hakları, demokrasi diyerek, almışlar mıdır?

27. Siyasi partiler bu rezilliklere göz yummakta, bu işlere çanak tutmakta mıdır?

Bunlardan bana ne, boş ver bunları, bağnaz laflar, gericilik, milliyetçi yobazlık demeyeceksek (ki bunlara sözümüz farklı olacaktır), yahut müslümanlık yeter, gerisini boş ver diyenlerin ama bu ab-ı hayatı hangi kabın içinde nasıl tutacağını bilmeyenlere bakmayacaksak, bunlarla mücadele etmeyecek miyiz? Benim gelecekte aynı inançta, aynı değerlere sahip, aynı kimlikte, aynı millet olmamın garantisi ne? Millet ve devlet bu bilince ulaşmış olsaydı, aydın bu bilinci taşımış ve gereğini yapmış olsaydı, milliyetçi partilere, milliyetçi Sivil Toplum Kuruluşlarına ne gerek vardı? Vicdanınıza başvurun, gidişin nasıl bir gidiş olduğunu görmeye çalışın.

Geçmişte de durum iyi değildi. Fakat millî ve dinî ruha sahip insanlarca, aydınlarca, kurumlarca ve halkın uyur-gezer de olsa içgüdüleriyle bugünlere geldik. Tarihe şöyle bir bakalım. Selçuklular milli bilince sahip olsalardı, milliyetçi damarlar hakim olsaydı, yıkılıp, parçalanıp giderler miydi? Resmi dillerini bile Farsça yapmışlardı. Bir devlet düşünün, halk başka dilde devlet mekanizması başka dilde işliyor. Şimdi devletimizin resmi dilinin İngilizce olacağını düşünün.

Osmanlı 500 yıl (son yüzyılı saymıyorum. 1876 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mecburen Türkçe mecburiyeti getiriyor.) Türkü, yani kendini unutmasaydı, Türke "eşek Türk" demeseydi, bütün yönetimi devşirmelere vermeseydi, yıkılır gider miydi? Karşıtından söyleyelim. Dinî bilinçle birleşen millî bilinç olmasaydı, Çanakkale savaşlarını, kurtuluş savaşını kazanabilir miydik?

Türk milliyetçisi olmaya mecburuz. Yaşamak istiyorsak buna muhtacız. Kendini farklı bir etnik gruptan sayanlar da yaşamak istiyorsa, zaten intibak etmiş oldukları kurucu kültürün, birden çok medeniyet kurmuş bir milletin mensubu olmayı terk etmemelidirler. Dünyada 6 bin millet ve devlet yok, 40-50 millet ve devlet var. İstikamet, dağılmaya, bölünmeye doğru değil, birleşmeye doğrudur.

Milliyetçilik istismar ediliyor deniyor. Doğrudur. Ettirmemek elimizdedir. Sonra istismar bir şeyin lüzumsuzluğunu değil, elzemliğini gösterir. En çok istismar edilenler en gerçek olanlardır. Din istismar ediliyor diye, dinden vaz mı geçeceğiz?

Milliyetçi parti olmaz, olmamalıdır, diyenler var. Keşke partilere ihtiyaç duyulmayacak durum bulunsaydı. Sorun varsa, demokrasi ve çok partililik de söz konusuysa, birçok parti gibi milliyetçi partiler de olacaktır. Meselâ açlık varsa, açlık çok kötü birşey ise, açlık olmamalıysa, aç insanların varlığı da bir gerçekse, birileri çıkıp, bu meseleyi hedef alan bir parti kurmasın mı?