Konuşmak güzeldir!

Yeni diyemeyiz belki -neticede neslimiz ne bir "big bang"e ne de medeniyetin sıfırlanması ve Homo Sapiens'in yeniden doğuşuna tanıklık etti- ama "başka" bir dünyada yaşıyoruz...

***

İdeolojik çatışma alanları fiziki sınırlarla ayrıl(a)mıyor; "demir perde"ler yok artık!

"Utanç duvarları" yüksel(e)miyor ülkeleri, şehirleri, dinleri, dilleri, kültürleri ayırmak üzere birbirinden...

"Dikenli tel"ler yet(e)miyor "sınır"ların belirlenmesine;

"Mayın tarlaları" çaresiz; artık bedenen mekan değiştirmek gerekmiyor çünkü sınırın diğer tarafında "olmak" için...

***

Maksadını aşan bir girizgâh olmasın; "sınırların olmadığı bir dünyadan, dünya vatandaşlığı"ndan filan bahsetmiyorum;

Zihnen benimsenmemiş her sınırın, siz hangi önlemi geliştirirseniz geliştirin "aşılabilir" hale geldiği gerçeğinden asıl olanın "aidiyet" duygusu haline geldiğinden söz ediyorum.

Çünkü insanlar iletişiyorlar.

Teknolojik kısıtlamalar o kısıtlamaları etkisiz hale getiren yeni teknolojileri üretiyor hem de dakikalar içinde; her yeni -doğru ya da yanlış, faydalı ya da kirli fark etmeksizin- bilgi sadece birkaç saniyede yayılıyor dünyanın her yerine.

"Mahrem"i bile tehdit edecek derecede "gizli, saklı yok"; "şeffaf"lıktan fazlası, daha hoyrat bir yolla her şey "ulu orta" meydanda, en gizli faaliyetler bile öyle insanları kasvetli mahzenlere toplayarak filan değil bu açık kaynaklar üzerinden yürütülüyor; şifreler aracılığıyla...

***

Bu dünyada "başını kuma gömmeyi" dayatan hiçbir hareketin, yapının sürdürülebilir olma şansı yok.

"Biat" diye bir şey yok. Biat ediyormuş gibi yapmak var; ve bu sadece bir menfaate erişim yöntemi "hür" insanlar aleminde. Bir kayıtsız şartsız sadakat alameti değil kişiliksiz olmakla birlikte realist bir tercih; zahmetsiz yaşamak için, konfor için, makam-mevki için, güvende hissetmek için vs.

Yoksa "suskunlar" da her şeyi görüyor, duyuyor, biliyorlar.

***

Diyeceğim şu ki;

Böyle bir dünyada...

Üstelik de insanlara "görmüyor, duymuyor, bilmiyormuş gibi yapmaları" karşılığında "bir yeryüzü cenneti" vaat edecek güce/iktidara sahip değilseniz kimseden "kan kusup kızılcık şerbeti içtim" demesini, "kol kırılır yen içinde kalır" hassasiyetiyle davranmasını bekleyemezsiniz;

Kalmaz çünkü.

Ya bir fotoğraf karesinden, ya tek cümlelik bir sosyal medya mesajından, ya bir "konum bildirimi"nden illa ki sızar...

***

Velhasıl;

"Acımadı kiii, acımadı kiiii" tiyatrosu yerine, "evet kolum kırıldı, canım yanıyor ama doktora gittim, tedavisine başladım, ilaçlarımı kullanıyorum, geçecek" demek, yani açıklık, yani dürüstlük, yani aynaya bakabilmek özgüveni, yani gerçeklerle cesurca yüzleşme bu çağın en akli mücadele biçimi.

Zannediyorum, geç olmakla birlikte İYİ Parti bunu yapmayı denedi, geçtiğimiz hafta sonu Afyon'da girdiği kampta.

Ne ölçüde başarılı olduklarını bilmiyorum ama "kan kustuğunu" saklamayan, kolun kırıldığını cümle aleme ilan etmekte sakınca görmeyen, bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıkmış İYİ Parti'nin içinde de bir muhalif duruş sergileyen isimlerin de kampa katılmış olmasını, partiye dönük çok sert eleştiriler geliştirmiş isimlerin eleştirilerini "yüze karşı" ifade etmek üzere davet edilmiş olmasını, "demokrasi"nin "lafta" olmaktan çıkarılması adına önemsiyorum.

***

Edebiyatı var kendi yok

Dün, 12 Eylül'ün "şartlarının olgunlaştırıldığı" günlerde suikasta uğrayan DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler'in ölüm yıldönümüydü.

Kendini siyaset yahut ideolojiler yelpazesinin solunda tanımlayan birçok "aydın(!)", anma mesajında Türkler üzerinden "işçi sınıfı" güzellemesi yaptı; işçi sınıfının değerini, önemini anlattı.

Sahiden böyle düşünüyor, hayatlarını, tavırlarını, siyasetlerini sahiden bu düşüncenin üzerine inşa ediyor, daha önemlisi bunu teoriden pratiğe dökebiliyorlarsa ne ala; hiçbir beis yok tabii statü itibarıyla "kaymak" olarak tanımlanan alanda yaşayanların, piramidin dibinde "ezilenler" basamağındaki "işçiler"e duyduğu bu engin sevgide!

Hatta, "işçi sınıfı"nın "sahibi" -hadi daha nezaketli ifade edelim- "temsilcisi"ymiş gibi de konuşabilirler elbette; ağızlarını bantlayacak halimiz yok.

Ve lakin bir küçük mesele var;

İşçiler nerede?

"Basın emekçisi", "sinema emekçisi", "sanat emekçisi", "fikir işçisi" kontenjanından bir kitle var hâlâ elde de, bu ülkenin fabrikalarında, merdiven altı işletmelerinde, tersanelerinde, inşaatlarında, maden ocaklarında çoğunlukla gayriinsani koşullarda çalışan işçiler niye "Türk solu"nu "temsil makamı" görmüyorlar kendilerine?

Yüzlerce işçinin kaza görünümlü bir cinayette katledildiği avuç içi kadar bir ilçede bile nasıl oluyor da bu cinayetin aydınlatılmasına çalışan muhalif sol değil de failleri koruyan kollayan sağ iktidar silip süpürebiliyor oyları mesela her seçimde?

Türk siyasi tarihinin zifiri zindan dönemindeki kirli tezgahları "işçi mücadelesi"yle özdeşleştiriyor, ona yapılmış varsayıyor ve buna karşı bir direnç oluşturduğunuzu iddia ediyorsanız, hiçbir şeyi değilse işçilerin "cellatlarına" karşı "zorunlu" serenatlarını engelleyebilmiş olmanız beklenmez mi?

Nobellik işçi sınıfı edebiyatı doğurmuş bir "mahalle"nin azıcık da olsa "ter kokması" gerekmez mi?

***

GÜNÜN SÖZÜ

Parti içi demokrasi yoksa, şahsiyetli insanlar uçar, tabi olanlar ve yağcılar kalır. Prof. Dr. İskender Öksüz

Yazarın Diğer Yazıları