KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Binlerce yıllık 'meslek' ayağa düştü

Eskiden yalakalığın bile bir raconu vardı. Yalakalar, mesleğin ayağa düşerek para kazandırmaz hale gelmesinden korkardı. Bu nedenle de cüzdanın selameti için mesleğin "onuru" el üstünde tutulurdu. Yalakalar arası savaş vardı elbette, ama bu meslek içi bir durumdu ve kol kırılır yen de içinde kalırdı. Ancak epey zamandır artık böyle değil. Çok şey gibi yalakalık mesleği de yerlerde sürünüyor. O da ayağa düştü. Bu meslek dalı da yeteneksiz, çapsız yalakaların elinde azap çekiyor. Oysa eskiden başkaydı durum, başta da zikrettiğimiz gibi...Bunun yanında meslek ciddi incelik gerektirirdi o zamanlar. Mesela "patron" un iyi tanınması şarttı. Ne yer, ne içer, nelerden hoşlanır, ruhi vaziyetleri ne, onu ne zaman ne mutlu eder, cinleri, perileri ne alemde... Eski zaman İngiliz baş uşaklarından daha fazla bilgi sahibi olmak gerekirdi patron hakkında. Ve yağ çekilirken, zerafet asla elden bırakılmazdı. Öyle ki, çekilenin yağ olduğunu anlamak için bile ciddi zekaya ihtiyaç duyulurdu. Ve zamanın zihinsel yetileri gelişmiş patronlarını da ancak böylesi entelektüel düzeyi yüksek tipler tatmin edebilirmiş.Demem o ki, kıdemli saray soytarılarından daha az yetenekli değildi o zamanın yalakaları. Okurdu zamanın yalakaları, devleti bilirlerdi. Hayatın ne yöne doğru aktığı hakkında bilgileri yeterliydi. Geleceğin patronun önüne koyacağı olası risk ve fırsatları sezebiliyorlardı. Şimdiki zamanın yalakaları gibi patronlarını her batırdıklarında yeni bir yeri yönetmeleri istenmiyordu. Bunu kendilerine yediremiyorlardı. Zekiydiler, çabuk kavrıyorlardı. Güldürme sanat dalının çok ciddi bir iş olduğunun bilincindeydiler.Artık bu özelliktlerin hemen hemen hiçbirine sahip değil yalakalar. Kabalar, hırtlar, cahiller, yeteneksizler, reziller, bayağılar, çapsızlar. Ve bu durumda da patronlarını memnun edemiyor, ona zarar veriyorlar. Demem o ki, sektör zorda. Her şeyin kursu, okulu açılıyor, eğitim veriliyor. Bence bu alana da bir hayırseverin el atmasında yarar var...
 

İŞTE O KADAR...
Kadın sanıldığı gibi erkeği rezil de etmez vezir de... O erkek ne olmak istiyorsa kadın ona yardımcı olur sadece...
Sanal duvardan...
 

BEYEFENDİ

İnsanı neler yönlendirir?

İnsan davranışlarını nelerin tetikleyip yönlendirdiğini anlamak için uzun yıllarını harcadı Beyefendi. Hamdı, yandı, pişti ve olgunlaştı bu yıllar boyunca. Ve çok önemli şeyler keşfetti.İnsanların ezici çoğunluğunu yönlendiren tok gözlülük değil, açgözlülükmüş meğer dedi içinden.Kötülügün iyilikten çok daha kolay örgütlenebildiğini düşündü. Acımasızlık katı yürek için bir sığınak dedi sonra. İnsanları dostane duygular, saygı, sevgi değil, çıkarlar harekete geçirirmiş daha çok dedi. İhtiyacın kadarıyla yetinmek insanlara göre bir davranış değilmiş meğer. İlle de istiflemek, başkasında olanı da çalmak gerekiyormuş. İnsanlara yardım etmek değil, onları ezmek daha çok zevk veriyormuş büyük çoğunluğa. Bunları anladı Beyefendi, Kadıköy'de Moda kıyılarında taşlara oturmuş, gelip geçen gemilere takılmışken bakışları.Ne kadar çok insan salt mutlulukla yetinmiyor diye söylendi ve ekledi hemen:  "Mutluluk ille de başkalarının mutsuzluğu üzerdine bina edilirse mi daha değerli olurmuş..."  Hakkına razı olmak yerine kazık atarmış insanlar. Paylaşım yerine, ezip geçerek hepsine sahip olmakmış "insani" tavır. Ateş gerçekten de sadece düştüğü yeri yakıyormuş, her koyun kendi bacağından asılıyormuş, dokunmayan yılan bin yıl da yaşasa bir şey olmuyormuş diye söylendi. Aşkın ve sevginin safların işi olduğu doğruymuş meğer. Akıllı insanın bunlarla işi olmazmış. Birine güvenmenin enayilik olduğu ise şöyle formüle edilmişti yüzyıllardır:  "Güvenme dostuna, saman doldurur postuna..."  Binlerce yıl önce mağaralardan çıktı insan ama o içindeki yabaniyi yenemedi hala diye geçirdi içinden ve irkilerek devam etti: "Yaban doğal haliyle de kalmadı ne yazık ki, çağdaşylık denilen elit bir yabanlıkla harmanlanarak, çok daha tehlikeli  ve sinsi bir hal aldı ne yazık ki..." 

ANADOLU'dan...

Boru yetmedi ağam...

Bir araştırma için bir araya gelen fizikçi, kimyager, matematikçi ve tarihçi arazide araştırma yapmaktadır. Aniden bastıran kardan korunmak için bir köylünün evine sığınırlar. Köylü odun almak için dışarıya çıkar. İçerideki herkesin bir şey dikkatini çeker. Soba yerden 1 metre yüksekte taş kalıpların üzerindedir. Fizikçi yorum yapar: "Adam sobayı yükselterek konveksiyon akımını güçlendirmiş ve odanın daha çabuk ısınmasını sağlamıştır." Matematikçi itiraz eder: "Hayır! Adam sobayı odanın tam merkezine koyarak her tarafın eşit ısınmasını sağlamıştır." Kimyacı: "Bu olamaz! Adam sobayı yükselterek hem daha çabuk yakılmasını sağlamış hem de aktivasyon enerjisini düşürmüştür." Tarihçinin yorumu ise daha farklıdır: "Adam ilkel benlikten kalan ateşe tapma biçimini modernize ederek onu yükseltmekle saygısını göstermiştir." Tartışmalar sürerken köylü içeriye girer. Köylüye neden sobanın yüksekte olduğunu sorarlar. Adamın cevabı Anadolu bilgeliğini yansıtan yalınlıktadır: "Boru yetmedi ağam!"
 

GEÇİP GİDERKEN

Geçmişe aittir bu yerler

balat-001.jpgAkşam üzeri yumuşar güneşin ışığı ve iner Fener, Balat, Ayvansaray sokaklarına. Belki de milyonlarca kare fotoğrafı çekilmiştir buraların. Top oynayan çocuklar, pencereden bakan teyzeler, halı yıkayan kadın, odun kesen yaşlı amca, kapı önlerinde laflayan kadınlar. Ve de elbette ki ille de sokakta tellere asılmış rengarenk çamaşırlar... Ve tabii ki buralarda yaşayanları ötekileştirerek, küçümseyerek, onları sadece malzeme olarak kullanarak çekilir fotoğraflar. Bambaşka bir dünya efenim buralar, bambaşka...Oysa buralar şimdiden çok geçmişe aittir. Binlerce yıl öncesinden başlayıp şimdiye gelen ve içinde insana dair, sayısız hikayenin yer aldığı koca bir tarihi barındırır o renkli çamaşırların asıldığı sokaklar... Roma, Bizans, Osmanlı imparatorlukları... Ve savaşlar, kan, gözyaşı, sevmeler, sevilmeler, ihanetler, aşklar, kavgalar, entrikalar, hileler, zenginlik, yoksulluk, ölüm, direniş, onur, ihanet... İnsana dair düşünübileceğiniz her şey... Dedim ya, şimdiden çok geçmişe aittir bizim buralar...

OKUYUNUZ...

Boyalı Kuş

kis.jpg "Her sayfasında acının, ürpertinin ve vahşetin ve ezilmişliğin tüyler ürperten gerçeğini taşıyan ve tüm bunlarla savaşan bir çocuğun akıl almaz hikayesi.Farklı olmanın, farklı görünmenin ve konuşmanın ve farklı bir rengin dehşete düşüren cezalandırılışı... Bir çocuğun güçlenen ve ürperten, vahşi topluma karşı mücadelesi ve yürek burkan dramı... Okurken romanın içine gireyip o çocuğa yardım etmek istediğim bir kitaptı. Bu denli etkileyici..." Bir okur böyle tanıtıyor okuduğu "Boyalı Kuş'u...Bir şeyler eklemeye gerek var mı ki...

Bunu yapmayın

Çocuklardan biri " Şapka dağıtıyorlar! " diye bağırıyor. Arkadaş ve akranları, sesin geldiği yere koşuyor. Bir başkası " Bedava balon veriyorlar! " yayını yapınca; bu kez onlarca çocuk, sesin geldiği yere hücüm ediyor. İyi de burası, İstanbul'daki CNR Kitap Fuarı... Özellikle çocuklar kitaplarla haşir neşir olsun, yazarlarla tanışıp iki laf etsin diye açılan bir fuarda; hediye olarak balon, şapka ve bardak niye dağıtılır ki? Bunların yerine ücretsiz kitap verilse doğru bir iş yapılmış olacak, ama yapılmıyor işte... Oradan oraya koşan öğrencilerine sahip çıkmakta zorlanan, " Çocuğum biz kitaplar için geldik! " diye çırpınan öğretmenlerin çaresizliği de olayın başka bir boyutu. Bu arada, otobüslere doldurularak getirilen bazı öğrencilere tanınan süre o kadar az ki neredeyse gelmeleriyle dönmeleri bir oluyor.

Ekmek teknesine tekme...

" Şayet yalnızlığı yaşamasaydım, şu andaki yerimde olamazdım " dedi bir arkadaşım geçen gün bir kez daha. 
" İyi de en az yirmi yıldır seni ne zaman görsem, selamdan önce yalnızlığa söversin, o senin ekmek teknen be... " dedim.
" Yalnızlık iyi değil " dedi.
Israr ediyorsa vardır bir hikmeti diye düşündüm...