Laiklik ve kalkınma

Orta Çağ zihniyeti ve topluma din baskısı devam etseydi, Avrupa ülkeleri bugünkü gibi kalkınmış olamazdı. Öte yandan İslam Dünyası 8. yüzyıl ile 14. yüzyıl arasında, bilim alanında altın çağını yaşadı. Sonrasında dan neden geri kaldı?

İslam'da, teknolojik gelişme ve ekonomik kalkınmanın önündeki temel sorun, dini kuralların devlet yönetiminde kullanılmış olmasıdır. İslam ülkeleri de Batı gibi zamanında ''laik devlet'' anlayışına geçmiş olsalardı, bugün de aynı gelişmişlik düzeyinde olacaklardı.

Bugün dünyada 44 İslam ülkesi içinde, 18'i laik değil, 6'sında dinle ilgili bir referans yok, 20'si ise laik devlettir... Ancak Türkiye, kesintisiz ve tavizsiz tek laik ülkedir. 

Eski çağlardan beri birçok ülkede din ve inanış, ruhani dünya yanında aynı zamanda devlet yönetiminde de etkili olmuştur. Özellikle Orta Çağ Avrupa'sında din adamları dini kullanmak suretiyle devlet yönetiminde entrikalar yapmış, krala ve yönetime müdahale etmiştir.

Bu taassuba tepki olarak 16. yüzyılda İtalya'da başlayan Rönesans ve reform hareketleri ile oluşmuştur. Reform ile Avrupa sanatta ve edebiyatta kilisenin hakimiyetinden kurtularak, Antik Roma ve Yunan düşüncesi ile reel dünyaya  yönelmiştir.

Laiklik anlayışı, devletin tarafsız olması yanında, daha çağdaş kurallar içinde çalışmasına imkan sağlar. Devlet kaynaklarının daha verimli ve etkin kullanılmasına imkan verir. Maalesef şeriatın hakim olduğu ülkelerde, dini kullanarak dünyevi nimetlere sahip olmak isteyen din tacirlerinin nihai hedefi   en büyük maddi imkana sahip olan Devlet imkanlarını kullanmaktır.

Ayrıca laik olmayan bir devlet düzeninde mülkiyet ve özgürlük hakları ya yoktur ya da kısıtlanmıştır. Zira devletin laik olmadığı ülkelerde toplumsal kaynaklar dinsel amaçlı kullanılmakta veya kral veya diktatörlere gitmektedir.

Suudi Krallığı, Arap Emirlikleri bu söylediklerimi teyit eden örneklerdir.

Biz bugün sahip olduğumuz laik düzen için hem çok zaman, hem de çok imkan harcadık.

Osmanlı Devletinde Batılılaşma hareketleri Tanzimat döneminden daha önceleri başlamıştır. XVIII. yüzyılının ilk çeyreğiyle beraber Osmanlı Batı'yı model almaya başlamıştır..

Osmanlı egemenliğini kabul etmiş dinler için inanç, ibadet özgürlüğü vardı. Ancak İslam, devlet dini idi. Devlet yönetiminde ve bazı hukuk  uygulamalarında şeriat kuralları geçerliydi.

 Batı ülkelerinin çoğunun anayasasında laiklik yer almaz. Buna gerek duymazlar çünkü bu ülkelerde laiklik bir yaşam tarzı ve bir yönetim tarzı olarak zaten mevcuttur. Yine Batı'da Hristiyan Demokrat partiler var... Ancak devletin dini kurallarla yönetilmesi kimsenin aklına gelmez.

Bizim gibi, totaliter rejimlerden çıkarak demokrasiye geçiş süreci yaşayan gelişmekte olan ülkelerde, laiklik anlayışının Anayasalarda yer almasıyla, aynı zamanda laiklik korunmak istenmiştir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti'nde 1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında laiklik temel değer olarak yer almıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında ve laikliğe gidiş sürecinde yüksek bedeller ödemiştir.

Laikliğin henüz Anayasaya girmediği 1920 yılı 13 Nisan'da, Berzak Seferbay adında birinin teşviki ve İngilizlerin desteği ile, Düzce ayaklanması oldu. 31 Mayıs'ta bastırıldı.

1925 yılının Şubat ayında Şeyh Said'in başlattığı ve bazı Zaza-Kürt aşiretlerinin destek verdiği Hilafet ayaklanması oldu. Şeyh Sait 15 Nisan 1925'te yakalandı.

Mustafa Fehmi Kubilay, 1930 yılında Menemen'de yedek subay sıfatıyla askerlik görevini yapmaktaydı.

23 Aralık 1930'da Menemen'de şeriat bayrağı altında isyan çıkaran bir grubu bastırmaya giden Mustafa Fehmi Kubilay'ı, bu silahlı gruplar katlettiler ve camide başını kestiler. Grubun tamamı yakalandı.

Özetle; laikliğin bizim için fırsat maliyeti yüksektir. Bu nedenle diğer ülkelere göre daha da değerlidir.

Yazarın Diğer Yazıları