KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
40 yıl önce dallarda çok kar vardı...

Başlıklı, muhkem montunu sırtına geçirdi orta yaşlı adam. Ayağına ise kar suyunun bile işlemeyeceği  botları çekti. Kazak balıkçı yaka, sıcak mı sıcak. Avlu kapısını açıyor ardına kadar orta yaşlı adam, İstanbul’un en eski semtlerinde. Dışarıya attığı ilk adımı yumuşacık kara gömülüyor. Çıkan ses hoşuna gidiyor. Birkaç saniye öylece dikiliyor. Ellerini cebine sokuyor sonra ve yola revan olduğu sıralarda kopuyor şimdiki zamandan...

15 yaşında bir çocuk. Kasım ayının başları henüz, ama rakım yüksek. Kar yağmış. Küçük bir taşra ilçesindeki evlerinin penceresinden bakıyor kara. Acaba ne kadar? Ölçmeye çalışıyor göz kararı. Başaramıyor. Kapıyı açıyor ve adımını atıyor dışarıya. Bel hizasına yakın diyor. Okula gitmesi lazım, sabahın köründe. Annesinin verdiği süte ekmek doğrayıp indiriyor mideye. Üstünde ince bir mont. Bir kazak da var, ama pek sıcak değil. Ayağında lastik ayakkabıları. Gariban işi bir atkısı var, teyze örgüsü. Kesif bir soğukta çıkıyor evden, çantası koltuğun altında, elleri cebinde. Karı yara yara iniyor. 15 dakika yürümesi gerekiyor meyilli arazide. Bir patikada ilerliyor. Henüz yapraklarını dökmeyen ağaçların dallarında çok kar var ve sarkıyorlar. O sırada sert bir rüzgar saldırıyor dallara ve ne kadar kar varsa iniyor küçük delikanlının başına. Çantası elinden gidiyor. Can havliyle karın altından kurtulmaya çalışıyor. Boğulmamak için çırpınıyor. Kan ter içinde beş dakika sonra çıkıyor karın altından. İç çamaşırlarına kadar ıslanmış, donmuş her yeri. O zaman bilmiyor ama hipotermi sınırına yaklaşmış. Çantasını bulamıyor, zamanı da yok aramak için, titriyor. Eve dönmesi için yokuş çıkması gerek, bu mümkün değil diye düşünüyor ve aşağıya, okula doğru yöneliyor, gözleri dolu dolu.

Öğreretmeni halini görünce sınıfta hemen sobanın başına oturtuyor öğrencisini. “İstersen ısındıktan sonra eve git” diyor öğretmen sıcak bir ses tonuyla. Sınıfına bakıyor. Çarşı içinde oturanlar orada. Uzaktakiler yola çıkmamış bile. Üzerinden dumanlar çıkıyor sobanın karşısında. Bir ara sevdiği ve uğruna dayak yediği maviş kıza bakıyor çaktırmadan. Kız gülümsüyor, ama anlamını çözemiyor delikanlı. Başını öne eğiyor... 20 yıl önce bu yaşanmışlığı dinleyen bir doktorun siyatik romatizmanın o karın eseri olduğunu söylediği geliyor aklına, sahile çıktığı sırada. Kağıt mendille gözlerini siliyor, ama bir karara varamıyor tuzlu suyun neden yanaklarını ıslattığı hakkında. Soğuk mu, yoksa anı mı?

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Artık bilge sensin ve tek başınasın

Gençken, hatta orta yaşlarda bile hayat biraz daha baş edilebilir sanki. Orta yaşlara gelsen bile gücün kuvvetin yerinde sayılır. Eh, o zamana kadar da hatırı sayılır deneyimlerin de olmuştur. Bilgi biriktirmiş, başına sardığın işlerden dersler almış, gözlem yapmış, o andan itibaren neler yapman ya da yapmaman gerektiği konusunda da bir fikrin vardır artık. Diyelim ki bütün bunları yapmış, ancak hala altından kalkmakta zorlanacağın şeyler vardır. Endişeye mahal yoktur. Zira akıl alacağın, deneyimlerinden faydalanacağın bir ya da birkaç abin vardır. Olması gerekir. İnsanın aklı ve zekası her şeye yetmeyebilir. Önüne çıkan çetin sorunlarla tek başına baş edemeyebilirsin. Ama biraz aklın başındaysa, bu durumlarda sana yol gösterecek abiler edinirsin herhalde. Evet, öyle diye geçirdi içinden altmışlı yaşlara merdiven dayamış olan Beyefendi. Öyle ama dedi sonra hüzünle, akıl danışacağım beş abim vardı bir zamanlar ve zorlandığımda, kararsızken, geleceğimi tasarlamaya çalışırken, yolumu aydınlatan birer ışık gibiydi bu adamlar. Ama artık sadece biri hayatta ve neredeyse 90 yaşında. Hastalıklar yakasını bırakmıyor. İhtiyarlık da bir yandan belini büküyor. En çok uğradığı yerler hastaneler. Gerçi içinin derinliklerinde hala bir delikanlı var, emin de buna. Ama yaşlılığa delikanlığının sökmeyeceğini de itiraf ediyor.

Bu düşüncelerin kendisine bir faydasının olmayacağını biliyordu. Bir yol ayrımındaydı ve vereceği karar en az 5 yılını etkileyecekti. Oysa önünde faal olarak yaşayacağı çok uzun yıllar yoktu. Yorgun hissetti kendini. Durup biraz dinlenme vakti diye geçirdi içinden. Ve salonda kapattı yorgun gözlerini. Ancak çok geçmeden bunun aktif bir dinlenmeden başka bir şey olmadığını hatırlattı kendisine anılar... O ihtiyarların sözleri, yüz hatları, yürekten gülüşleri, bir elleri omzuna dokunurken gözlerinin içine bakarak ettikleri mühim kelamlar, zeki ve dost bakışları, bilge duruşları, muzip halleri gelip geçti sanki salonda, kapattığı gözlerinin önünden!

İrkilmiş gibi bir anda açtı gözlerini. Sanki adamları arıyormuş gibi bakışları dolaştı ortalıkta.

Ve aceleyle dedi ki:

“Son ihtiyar da gitmek üzere usta... Artık tek başınasın ve bilgeliğe bir adım kaldı. Onu da at ve ne kadar zor olsa da kendi kararlarını artık kendin ver. Bundan sonra tek başınasın...”

Ve giyinip attı kendini dışarıya, deniz kıyısına. Önemli kararları aldığı yere...

 

 

*

 

OKUYUNUZ...

2-221.jpg

İber Yarımadası, Fransa’da oluşan bir çatlakla Avrupa kıtasından ayrılır. Yarımada taştan bir sal gibi yolculuğuna devam ederken beş kişi mucizevi şekilde bir araya gelir: Toprağa karaağaç dalıyla bir çizgi çizen Joana Carda, yerin sarsıldığını hisseden Pedro Orce, bir Josè Anaiço, son derece ağır bir taşı denize fırlatan Joaquim Sassa ve tavan arasında bulduğu bir çorabı sökmeye başlayan Maria Guavaira. Bu insanlardan her biri, yarımadanın anakaradan kopuşunun, kendi davranışlarının bir sonucu olduğuna inanır. İki atla bir köpeği de yanlarına alarak çıktıkları yolculuk, onlara hem kendileri, hem birbirleri, hem de yaşam hakkında pek çok şey öğretecektir... Yitik Adanın Öyküsü, destansı bir anlatım...

 

*

 

FOTOHABER

Kuş kadar olamadık...

1-295.jpg

Kar, boran, tipi, azgın yel, kış, kıyamet... Ekmek aslanın neresinde bu havalarda, artık siz tahmin edin. İstanbul’da kuşlar, ya doğa ana tarafından sunulmuş, ya da insan kardeşleri tarafından kendilerine tevdi edilmiş nevaleyi mideye indiriyorlar. Karga var, martı var, güvercin var. Hepsi var, ama kavga gürültü yok. Tanrı ne bahşettiyse razı olup alıyor ve gidiyorlar. Ne yarın kavgası var, ne mal toplayıp stoklamaya yarayacak bir akıl. Karınlar aç, nevale orada ve hepsinin de ona ihtiyacı var. Yiyor ve gidiyorlar. Efendice...

 

*

 

MAZİDEN

Başbakan, ressam ve kürk

Atatürk, İnönü ile birlikte tek partili rejiminin güçlü adamı Recep Peker’in çok partili sisteme geçilmesinin hemen başlarında başbakan olduğu zamanlar... 1946-1947, o aralar. Başbakan ile ressam İbrahim Çallı, o zamanların ünlü restoranlarından birinde karşılaşır. O eski zamanlarda kürk bir asalet simgesi gibi bir şey. Sosyal seviyeyi tayin eder. Peker ve Çallı’nın da sırtlarında kürk vardır. Başbakan Peker, ressam Çallı’nın kürkünün yakasını hafiften açar ve Çallı’ya takılır muazzam bir böbürlenme eşliğinde:

 “İkimizin de kürkü var, ama benimkinin içindeki astar İngiliz malı...”

Alaycı bir gülümseme yayılır önce ünlü ressamın yüz hatlarına. Bu densizliğe bir şey deyip dememek arasında birkaç saniye bocaladıktan sonra şu yanıtı verir:

 “Haklısınız sayın başbakan. Sizin kürkün içinde İngiliz malı astar var, evet. Ama benimkinin içinde ise ressam İbrahim Çallı var...”

Başbakan ne hakaretten dava açar, ne de ortalığı ayağa kaldırır. Sadece fena halde bozulduğunu belli etmekle yetinir, o da vücut diliyle... Ki, bu adam vakti zamanında İtalyan faşizmini araştırmak için o ülkeye gönderilmiş, ardından İtalyan sistemini öven bir rapor yazmıştır...

 

*

İŞTE O KADAR

Yaşamak istediklerini zamanında yaşa, yoksa yaş kemale erdiğinde telafi edeyim derken madara edersin kendini.