Medya Arkası (21.11.2017)

Medya Arkası (21.11.2017)
Köşe yazarlarının gündeminde Reza Zarrab davası ile NATO skandalı vardı. İşte günün öne çıkan yazıları:

Nükleer kâbus / Fatih Altaylı / Habertürk

KOLAY kolay korkmam aslında.

Eskiden beri okuyanlar bilir, “Bu da geçen ya hu”cuyumdur.

Akılsızlığa değil akla, çözümsüzlüğe değil çözüme inanırım.

Ama ne yalan söyleyeyim, dün gerçekten “korktum”.

Önce Ardan Zentürk’ün yazısını okudum.

“ABD ile savaşacağız, hazır olun, herkes safını belli etsin” manasında bir yazı yazmış.

“Hoppalaaa” derken elime Yeni Şafak’ı aldım.

Sevgili İbrahim Karagül’ü başladım okumaya.

O da Zentürk ile benzer bir havaya girmiş ve yazının ana fikri şu: “Türkiye bir an önce nükleer silah sahibi olmalı.”

Türkiye’nin nükleer silah sahibi olup olmaması başka bir tartışma ama bunu bir gazete sayfasından, etkili bir editörün “davul zurna ile ilanı” çok farklı bir safahat.

Bu “ilan” zaten dış ilişkilerde sıkıntılı günler yaşayan Türkiye açısından, sıkıntıların bambaşka bir boyuta evrilmesini istemekten öte bir şey değil.

Bir nevi Türkiye’yi “İranlaştırma” ya da “Kuzey Koreleştirme” sürecine davetiye.

Türkiye zaten, bence haklı olarak, Rusya ile hava savunma sistemi konusunda bir anlaşma yaptı.

Bunun yanı sıra, Rusya ile son derece önemli ve Türkiye açısından stratejik önemde bir nükleer santral anlaşmamız var ve inşaat sürüyor.

Tam bu sırada kalkıp “Türkiye nükleer silah sahibi olmalı” diyecek olursanız başınıza öyle zamansız bir şekilde, öyle büyük bir iş alırsınız ki, dışarıda Türkiye’nin kuyusunu kazmak için bekleyenlere ve FETÖ lobisine “duble kaymaklı ekmek kadayıfı” ya da “çift jokerli el” vermiş olursunuz.

Zaten türlü sıkıntılarla boğuşan Türkiye’nin durduk yerde “uluslararası ambargo” tehdidiyle karşı karşıya kalmasına, iyiden iyiye yalnızlaştırılmasına ve çok ciddi bir askeri tehdidin hedefi olmasına neden olursunuz.

Ben İbrahim Karagül’ün yazısının “şaka” olduğuna inanmak istiyorum.

Yok eğer ciddi ise çok ciddi bir karabasana neden olabilir.

Hani yatakta büyük bir kâbus görüp uyku felci nedeniyle parmağını kıpırdatamamak hali vardır ya.

Tam öyle.

Evin içi düzgünse sözün ağırlığı olur / Mehmet Tezkan / Milliyet

Belli, Reza Zarrab davası Ankara’nın başını ağrıtacak..

Canını sıkacak..

İktidar cephesi gardını almaya başladı..

Mesela Hükümet Sözcüsü Bozdağ’ın dün ele aldığı konulardan biri de buydu.

Türkiye’ye açık bir kumpastır yorumunu yaptı..

Ve sıraladı..

***

Bu dosyadaki delillerin hiçbirisi hukuki değildir.

Olmayan belgeler üzerinden ellerinde varmış gibi yargılama yapıyorlar.

Davanın sanıkları üzerinde yargılamayı yapanlar baskı uygulamaktalar. 

Onlar rehin durumda adeta. 

Türkiye’nin aleyhinde karar çıkmasına yardımcı olacak iftiralarda bulunmaya zorluyorlar. 

Bu davada kullanılan sözde deliller nasıl ve nereden elde edildi? Bunların aslı mı var, kopyası mı var?

FBI ajanının yaptığı teyidin bir değeri yok. 

***

İktidar bunları söylüyor.. Haklı olabilir..

Meseleye farklı açıdan bakacağım..

Ama bunları göğsümüzü gere gere söylemeye hakkımız var mı?

Soru işareti..

Çünkü..

Bunları yüzlerine haykırmamız için evimizin içinin temiz olması lazım..

Bizim yargının pirüpak olması lazım..

Ama maalesef!.

***

Geçmişte..

Balyoz, Ergenekon, Casusluk, Poyraz gibi büyük davalar için de yıllarca ‘ kumpas’ denildi; dikkate alınmadı..

Sahte delil, sahte tanıkla, hukuki olmayan dinlemelerle yüzlerce insanın kendini hapiste buldu..

Günümüze gelelim..

Cumhuriyet gazetesi davası!.. Delil dedikleri gerçekten delil mi?

Subliminal darbe mesajı verdiği veya çağrışım yaptırdığı iddiasıyla bir yılı aşkın süredir hapiste tutulan yazarların durumu siyaseten ceza gibi değil mi?

ABD’yi eleştirirken, uyduruk gerekçeyle terör örgütü üyesi ilan edilerek hayatı kararan insanlara ne diyeceğiz?

Büyükada’da havuz başında gizli toplantı yapmakla suçlanıp hapse atılan (bir süre sonra tahliye edilen) sivil toplum örgütleri temsilcilerinin davasını, Osman Kavala’nın hapse atılmasını nasıl yorumlayacağız?

Hal buysa..

Evin içi falsoluysa kendi sesimizi kendimiz duyuyoruz..

Kulak veren olmuyor..

***

11. Cumhurbaşkanı
Gül’ün sözünden alıntıyla noktayı koyayım:

‘Önce evin içi düzenli olacak. Evin içi dediğimde, sağlam siyasi yapı, kuvvetler ayrılığına bağlı demokratik sistem, hukukun evrensel şekilde eşit uygulandığı bir hukuk düzeni kastediyorum.’

Zarrab davasının iki hedefi / Abdülkadir Selvi / Hürriyet

İKİ NOKTA

Zarrab soruşturmasını yürüten savcıların iki nokta üzerinden hareket ettikleri dikkati çekiyor.

1- Bir siyasi koruma olmadan bu ticaret yapılamaz.

2- İran’la ticaretten ziyade şahsi hesaplardaki hareketlilik.

Ambargo süresince İran’ın parasının Rusya, Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kanada ve Türkiye üzerinden dışarıya çıkarıldığı söyleniyor. İran’a ambargoda Türkiye sadece belli bir zaman diliminde yer alıyor. Ama ambargo faturasının tamamı Türkiye’ye kesilmek isteniyor. Bu noktada bir kuşkumu paylaşmak istiyorum. Zarrab soruşturmasında İran ve Birleşik Arap Emirlikleri, Zarrab savcılarına belge ve bilgi temininde katkı sağladı mı? Sorunun çengelini zihinlere asıp, Zarrab’ın para trafiği için üzerinde durulan şirketleri paylaşmak istiyorum. Bunlar, Durak Döviz, Royal Holding, Vala Döviz Dış Ticaret, Asi Kıymetli Madenler Turizm, ECB Kuyumculuk, Güneş General Trading, Mapna Group, Birleşik Arap Emirlikleri’nde Al Nafee ve İran’dan Bank Mellat ile İran Ulusal petrol Şirketi(NİOC).

Sizi Zarrab soruşturmasının teknik detaylarıyla uğraştırma niyetinde değilim. Sadece 4 Aralık’taki duruşmanın yaklaşmasıyla birlikte Türkiye’yi bekleyen tehlikeye dikkat çekmek istiyorum. Maalesef biz baştan beri bu işi çok ciddiye almadık. Reza Zarrab’ın ABD’ye gidişini doğru okuyamadık. İşi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Reza Zarrab’ın mağduriyeti boyutunda gördük. Ama o bir operasyondu. Geldiğimiz noktada Zarrab davası, Türkiye’ye ekonomik ve siyasi darbe vurmak isteyenlerin kozuna dönüştü.

TÜRKİYE’YE KARŞI ZARRAB KOZU

ABD bunu hep yapıyor. Önemli olan; biz Zarrab’ın ABD’nin eline geçmesine izin vermememiz gerekiyordu. Abdullah Öcalan’ı verdiler Fetullah Gülen’i aldılar. Fetullah Gülen ABD’ye gittiği günden bu yana Türkiye aleyhine kullanılıyor. Reza Zarrab ise Gülen’den sonraki ikinci kozları oldu.

Zarrab operasyonunun iki ayağı var.

1- Siyasi ayağında hedef Cumhurbaşkanı Erdoğan.

2- Ekonomik boyutunda ise bankalara kesilecek ceza üzerinden Türk ekonomisini vurmak.

Bu açıdan duruşmanın yapılacağı 4 Aralık kritik bir tarih. 4 Aralık’ta bir dalgalanma olacak ama büyük bir fırtına beklemeyin. Başarabilirlerse büyük operasyonu 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yapmayı planlıyorlar.

Bir kez de Gezi’nin ünlü sloganıyla söyleyelim, mesele sadece Reza Zarrab değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?

‘Soçi zirvesi’nde çantalar kabarık! / Serpil Çevikcan / Milliyet-

Suriye konusunda sahada ve masadaki son durumu üst düzey yetkililerle konuşma imkanı buldum. Aldığım bilgiler, sorunun nasıl çok katmanlı olduğunu gösterir nitelikte.

Suriye satrancındaki tüm oyuncuların, hamlelerini, bin kez düşünüp, piyonları dahi kaybetmeden yapmaya çalışmalarının sebebi de telafisiz aşamalara gelinmiş olması.

Faktörlerden biri, İran’ın bölgedeki stratejisi.

Suriye rejimine ilk günden bu yana tam destek veren İran’ın uzun vadeli planı belli; Irak üzerinden gelip, Suriye üzerinden Akdeniz’e açılan bir Şii kuşağı oluşturarak, bölgeyi yönetmek.

Tespitlere göre Suriye’de rejimin hakim olduğu bölgelerde 60 bin Şii milis var. Suriye’deki ateşkes belli ölçüde devam ediyor.

Ancak hakim görüş, Suriye’de nelerin yaşanacağının büyük ölçüde İran’ın hamlelerine bağlı olduğu yönünde.

PYD faktörü

Türkiye’yi, en çok ilgilendiren sorun, doğrudan tehdit saydığı PKK’nın Suriye kolu PYD-YPG.

Kısa süre öncesine kadar YPG’nin ağırlıklı bölümünü oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri Sözcülüğü’nü yapan ve Özgür Suriye Ordusu’na teslim olarak Türkiye’ye getirilen Talal Silo’dan alınan bilgiler, Suriye’de 50 bin civarında YPG’li olduğu yönünde.

Ankara’nın tespitlerine göre ise milisler de eklendiğinde YPG’nin silahlı militanlarının sayısının, Afrin hariç, 80-85 bine kadar çıkabildiği şeklinde. Irak’taki PKK’lı sayısı ise 4-5 bin civarında. Tespitler, bu toplamın yüzde 70’ine yakınının Kürt, kalan yüzde 20-30’unun Araplardan oluştuğunu gösteriyor.

Türkiye, YPG tehdidine kayıtsız kalmayacağını her fırsatta vurguluyor.

Ancak sadece ABD değil, farklı ülkelerde de PYD-YPG’yi bölgede denge unsuru olarak kullanmak eğiliminde.  Körfez ülkelerinin, Şii kuşağı riskine karşılık, YPG’nin, mevcut hakim olduğu kuzey Suriye’den daha güneye doğru sarkmasını istediği belirtiliyor.

YPG ise Türkiye’nin olası bir operasyonundan endişeli.

Gelen bilgiler, Rojava olarak anılan bölge başta olmak üzere örgütün kuzey Suriye’nin doğu kısmına stratejik yığınak yaptığı yönünde. ABD’nin bu bölgede 13 ayrı üssü var.

Ayrıca PYD-YPG, askeri gücünü artırmak için, bölge halkına yönelik bir askere alma düzenlemesi de çıkartmış durumda.

Önce türbanlarını atmışlar / Can Ataklı / Korkusuz

HOT ZOT ETTİLER AMA NATO'YA BAĞLILIK ÇIKTI YİNE

İktidarın Türkiye'de yaptığı en kolay şey dünya ülkelerine esip gürlemek, herkese ayar vermek. Nasıl olsa bir yaptırımı yok. “Eyyy” diye başlayan nutuklarla herkese haddini bildiriyorlar çok şükür. İşte son NATO skandalından sonra da aynısı oldu. NATO'ya neler söylenmedi. Ne alçaklıkları kaldı, ne namussuzlukları. Bunun hesabı mutlaka sorulacaktı. Türkiye'nin gücünden kimse kaçamazdı. Sabrımızın da bir sonu vardı. Yandaş yazarlar ve televizyon konuşmacıları da gaza geldiler. Öyle bir hava doğdu ki 24 saat içinde sanki Türkiye NATO'dan çıkıverecek. Yandaşlara göre bu böyleydi, yandaş olmayanların da bir bölümü heveslendiler bir an, bakarsın NATO'dan çıkarız diye. Dün de yazdım; bu iktidarı öyle bir karar alamaz. Bağırır çağırır ama NATO'dan çıkamaz. Hatta CHP'ye önerdim “Meclis'e verin bir önerge NATO'dan çıkalım diye bakalım ne yapacaklar” dedim. Buna gerek kalmadı. İktidar dün NATO'ya bağlılığını bildirdi. Bakanlar Kurulu toplantısından sonda NATO'ya olan yükümlülüklerimizi yerine getireceğimizin ama bize yapılanı da unutmayacağımızın altını çizdi. Tabii “büyük Türkiye'den herkes korkuyor, dik durduk dünyayı dize getirdik” deme hazırlığındaki yandaş fedailer müthiş bir hayal kırıklığına uğradı.

Zarrab davasını ‘Zarrab’a indirgeme / Nihal Bengisu Karaca / Habertürk

Türkiye ve İran, ABD’nin İran’a tek taraflı olarak koyduğu ambargo kararını deldiler. İran’a altın ihracı 53 milyon dolardan 6.5 milyar dolarlara çıktı. Ayrıca bugün artık, Zarrab’ın bu işlemleri kolaylaştıranlara bol miktarda para saçtığından kimsenin şüphesi kalmadı.

Ambargoyu delmenin “yakışıklı” bir tarafı olsa da 19 Mart 2016’da tutuklanan Reza Zarrab’dan nemalanmanın “anti emperyalist duruş”ile hiçbir ilgisi olmadığına da. Hatta denilebilir ki 2013’te iddiaları ileri süren FETÖ gibi devlette kadrolaştığı ve dış bağlantılı olduğu çoktan ifşa olmuş bir yapı olmasaydı, halk buna sandıkta tepki de verebilir, AK Parti ağır bir bedel de ödeyebilirdi. Ancak yanılmayalım: Bugün Zarrab’ı itirafçıdan çok “iftiracı” olarak kullanmak isteyen ve davayı Türkiye’yi sallama aracına dönüştüren ABD’nin derdi, bazı siyasetçilerin saatleri ya da çikolata kutuları değildir. Asıl amaç, Türkiye’nin gösterdiği ambargoyu delme gözü karalığını cezalandırma isteğidir.

Nitekim İran, cezasını çekti. Söz konusu ticareti, iktisadi cihat olarak gören Ahmedinejad’ın yerinde yeller esiyor. Silindi ve unutuldu. Yerine ABD ile barışçıl nükleer enerji üretimi anlaşmaları yapan, öfkesini ve iddiasını Suriye’de ve Irak’taki “Sünni” Müslümanlara yönlendiren bir İran geldi. ABD, nükleer enerji çalışmalarını denetleme adı altında on yıllarca hep kapalı kutu olmuş “İran’ı izleme” bir yerde “kontrol etme” hakkı elde etti. Bunların hepsi, ABD’nin ambargoyu delenlerden almaya yemin ettiği intikamın İran ayağında gerçekleşen şeylerdi.

Türkiye ayağını da gördük: 17-25 Aralık. Suriye ile terbiye edilme. IŞİD ile tehdit edilme. PYD-YPG ile tehdit edilme. 15 Temmuz. Zarrab davası. Say say bitmiyor. 

Zarrab davası / Taha Akyol / Hürriyet

‘KOL BÜKMEK’

Bu noktada, arkadaşımız Abdulkadir Selvi’nin dünkü yazısı önemlidir. İran Zarrab’ı ve Zencani’yi yargılamış, faturayı eski yönetime keserek ellerini yıkamıştı. O yola gitmeyen Ankara’nın önünde iki seçenek var:

- Zarrab olayına ambargoyu delen bir işadamı ve çevresinin para ve altın trafiği olarak bakmak.

Enerji Bakanı Berat Albayrak bu görüşteymiş. Doğrusu bu olurdu. Yüksek düzeyli kampanya haline getirmenin ne faydası oldu?

Hatta, keşke Meclis’teki oylamada Yüce Divan kararı çıksaydı da dosyalara Anayasa Mahkemesi baksaydı; Amerika’ya AYM’nin kararlarını gönderebilirdik.

- İkinci seçenek, Ankara’nın “kol bükme” niteliğinde önemli bir siyasi kozu kullanarak Zarrab dosyasını rafa kaldırtması.

Fakat Türkiye elindeki bir kozu Zarrab için mi kullanmalı? Hem Amerika’yla bilek güreşine girmek yerine diplomasi yapmak daha rasyonel olmaz mı?