Medya Arkası (23.10.2017)

Medya Arkası (23.10.2017)
Köşe yazarlarının gündeminde istifası istenen bazı AKP'li belediye başkanları vardı. İşte günün öne çıkan yazıları:

Türkiye'nin imajı neden çok kötü? / Mehmet Tezkan / Milliyet

Hafta sonu  Marmaris-teydim..  Marmaris Belediyesi’nin düzenlediği sempozyuma konuşmacı olarak

katıldım..

Fırsat bu fırsat Marmaris bölgesini dağ bayır gezdik.. Arıcılık yapan köylere gittik.. Selimiye’ye kadar uzandık..

Tek kelimeyle Marmaris bu mevsim harika..

Hava ılık, deniz sıcak, ortalık tenha, doğa için söylenecek söz yok.. İnsan daha ne ister ki..

Dün bir grup akademisyen, turizmci, gazeteci turizmin sorunlarını masaya yatırdık..

Çıkan sonuçları  madde madde özetleyeceğim..

Turizmin kendine özgü sorunları var ama bunun da ötesinde daha büyük sorunu var..

Nedir o?

BİR:  Türkiye’nin imajının kötü olduğu..

İKİ:  Ulusal sorunlar nedeniyle turist akışında ciddi kayıplar yaşandığı..

İmajımız neden kötü?

Sempozyumda bu konuyu ben ele almaya çalıştım..

***

En büyük neden terör.. 2015 seçimlerinden sonra terör azdı.. IŞİD’in Suruç (34 kayıp), Ankara gar (103), Sultanahmet (11) katliamı... TAK’ın (PKK’nın şehir kolu)  Ankara’da iki, İstanbul’da bir bombalı araç saldırısı (toplam  68 kayıp)... IŞID’in Atatürk havaalanı ve Reina baskını (toplam 81 kayıp) turizme ağır darbe vurdu..

15 Temmuz darbe girişimi tuz biber ekti.. Türkiye  çavuşların darbe yaptığı dandik Afrika ülkesi fotoğrafı  verdi..

Devletin içinden polis- asker- hakim- savcı- bürokrat- akademisyen beşlisinin ağırlıklı olduğu çetenin çıkması Türkiye’nin imajını yerle bir etti..  “Polisine, yargısına güvenilmez” kanısı oluştu..

Suriye savaşından sonra izlenen açık sınır politikası Türkiye’yi mülteci deposu yaptı.. Suriyelisinden Somalilisine, Afgan’ından Iraklısına kadar  ülkenin sokakları mülteciden geçilmez hale geldi..

Güvenlik kaygısı yarattı.

 İki yıl öncesine kadar mültecilerin botlara binerek Ege üzerinden batıya kaçmak istemeleri... Botların batması, yüzlerce mültecinin boğulması beyinlerde derin
iz bıraktı..   

 PKK’nin hendek kazarak şehir savaşını başlatması  batıya iç savaş varmış gibi yansıdı..

Veya yansıtıldı.. 

İktidarın Batı ile kavgalı görüntüsü.. Batı basınında neredeyse her gün Türkiye aleyhine bir yazının çıkması  yabancı turistleri etkiledi..

Demokrasinin kalitesi, insan hakları sorunları, özgürlük alanının sınırlı olması, “medya dilediğini yazamıyor” düşüncesi orta üst gelir grubu Avrupalı’yı frenledi.. Kongre turizmi bitti..  Cruise gemileri seferleri yılda 1600 ‘dan 250’lere indi..

Muhafazakarlaşan Türkiye, ‘Batı’da rahat edemeyiz düşüncesini yerleştirdi..

Kadir, Melih, Abdullah, Bülent falan... Şu anda ne düşünüyorlar?  /  Ahmet Hakan / Hürriyet

İSTANBUL’A İHANET İŞİ KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN ÜSTÜNE YIKILABİLİR

CUMHURBAŞKANI Erdoğan dedi ki:

- Biz İstanbul’un kıymetini bilemedik.

- Biz bu şehre ihanet ettik.

- Hâlâ da ediyoruz.

- Ben de bundan sorumluyum.

Korkarım...

Bu ihanetin sorumluluğu da pek yakında Kemal Kılıçdaroğlu’nun üstüne yıkılabilir.

Nasıl mı?

Mesela şöyle denilerek:

- Biz İstanbul’a ihanet ederken... Kemal Kılıçdaroğlu neredeydi?

- Hâlâ da ediyoruz... Neredesin Bay Kemal?

- Sessiz kalarak bizim ihanetimize sen geçit verdin sen.

CHP ilkelerinin altında eziliyor / Can Ataklı / Korkusuz 

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı henüz istifasını vermedi ama kendi partisinden fazla CHP’yi karıştırdı. CHP Genel Başkanı’nın “Seçimle gelen seçimle gider” türü sözleri Melih Gökçek’e destek olarak algılandı bazı çevrelerde. Bu da ister istemez bir öfke yarattı. Kimi densiz AKP yandaşları da Gökçek’in CHP’ye geçeceğini bile söylediler.

Bütün siyasi hayatı boyunca CHP’ye düşmanlık yapan, her fırsatta CHP’yi, oradan hareketle Atatürk ve Cumhuriyet devrimlerini karalamaya çalışan Melih Gökçek’in CHP’den destek alması elbette mümkün değil ve bu düşünülemez bile.
Peki, o halde CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu neden Gökçek’e destek olarak algılanacak açıklamalar yaptı?
Aslında Kılıçdaroğlu’nun sözlerinde yanlış bir şey yok. Aynen şunu söyledi Kılıçdaroğlu; “Milli irade diyoruz. Milletin iradesi diyoruz. Seçim ile gelen seçim ile gitmeli diyoruz. Bunun dışındaki bütün yolları doğru bulmuyorum. Bir kişi seçim ile gelmişse onu makamından edecek kişi ise, ona oy veren vatandaşlar olması lazım. Bu tür yaklaşımları doğru bulmadığımı daha öncede ifade etmiştim. Bu sadece AK Partili belediye başkanları için değil bütün belediye başkanları için geçerli bir kural. Varsa bir yolsuzluğu, usulsüzlüğü, bir yasa dışı varsa İçişleri Bakanlığı gereğini yapıyor. Onun dışında insanları zorla istifaya zorlamayı doğru bulmuyorum, demokratik de bulmuyorum, ahlaki de bulmuyorum.”
Burada yanlış olan CHP’nin demokrasi ve hukuka bağlı bir parti olarak savunduğu ilkelerin Melih Gökçek gibiler için geçerli olmamasıdır. Gökçek ve onun gibiler için demokrasi, hukuk, özgürlükler sadece hedefe varılması için binilen bir tramvaydır. Siyasi yaşamı boyunca bu kavramları hiç ağzındandüşürmemiş ama bunlara bir kere bile uymamıştır. Tayyip Erdoğan’ın iki dudağına baktığı bilinmeyen bir gerçek değildir. Seçimlerde hile yaptığıkonusunda çok yaygın bir kanaat de herkesin zihninde yerleşmiştir. Bu nedenle demokrasi ve milli irade sayesinde gelmeyen birinin yine aynıyöntemlerle yerinden edilmesi aslında çok normaldir.
Buna karşı CHP bir ilkeler partisidir. Demokrasi, hukuk, özgürlükler konularında yanlış nerede yapılıyorsa ona karşı çıkmayı kendine görev bilmiştir. Melih Gökçek ve benzerlerine yönelik yapılanlara aklı başında hiçbir CHP’li karşı çıkmaz ve ona destek olmaz, ama savunduğu ilkeler söz konusu olunca buna “aferin” deme şansı da yoktur. İlle karşı çıkacaktır çünkü fıtratında vardır bu.
Yine de CHP lideri keşke bu konuya hiç girmese ya da çok daha kısa biçimde meramını anlatabilseydi.
Sanıyorum Melih Gökçek’e destek gibi algılanan sözler nedeniyle CHP yine hak etmediği bir saldırı bombardımanı altında kalacak.
CHP Genel Başkanı elbette ilkelerini sonuna kadar savunmalı ama bunu hiç hak etmeyenleri de ayrı bir kefeye koyacak zekayı göstermelidir.

Cumhurbaşkanı: ‘Mahvettik’ itirafı ve geriye dönüş / Orhan Bursalı / Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı İstanbul’u 15 yılda elbirliğiyle mahvettiklerini itiraf etti. Neyse ki bu itiraf “aldatıldık..” kapsamında değildi şükür; kentin batırılışında yerel- merkezi AKP yönetimlerini ve tabii ki tüm bunların başı olarak doğrudan kendisini sorumlu tuttu! 
Hiç art niyetli olmadan belirteyim: Bu iyi bir şey, aması maması olmadan kötü bir şey yapıldığını söylemek fazilettir. Bu önemli bir adım olabilir İstanbul için, eğer itirafın gereği yapılabilecekse. Bu itirafın arkasında “evet mahvettik amaartık yapacak bir şey yok, mahvetmeye devam..” da gelebilir. Bilmiyoruz. İstanbul’u geriye döndürmek imkânsızdır, ama felaket şu andan itibaren nerede göğüslenebilirse ve geriye göç ne kadar iyi örgütlenebilirse, ülkenin geleceği için umut filizleri yeşerebilir!

 

Tek bir yıkım örneğiniz yok 
İstanbul’un tarihi silueti bile kayboldu. Salt bir örnek: Cumhurbaşkanı, Sultanahmet Camii’ni gölgede bırakan Zeytinburnu’ndaki o kötü namlı 16/9 gökdeleninin fazla katlarının yıkılması gerekir demiş ama, ama tek katına bile dokunulmamıştı. Çünkü o gökdelenin pek çok katı iktidarın merkezi ve yerel çeşitli adamlarıyla parsellenmiş durumdaydı. 
Cumhurbaşkanı, yıkım konusunda tek bir örnek olay yaratmadı. İstanbul’u saran ucubelerden herhangi birine bile “Bu artık yapılamaz..” demedi. 
Tam tersine, iktidar görülmemiş bir rant oluşumunun sürekli peşinde koştu, en değerli bölgeler ucubelerle donatıldı, mesela Bakırköy sahilleri bile yerel halkın büyük direnişine rağmen Ankara’nın kararıyla en pahalı gökdelenlerle donatıldı ve sahiller halka kapatıldı..

Biz kimiz / Mete Yarar / Karar

Çok şanslıyım çünkü bütün yazı konularımı Anadolu’yu gezerken keşfediyorum. Orda gerçek gündemin ne olduğunu görebiliyorum. 

Bu hafta Bursa’daydım. Konferans sırasında benden yaşça büyük bir abimiz bana iltifatta bulundu. “Senin konuşmaların sayesinde moral buluyoruz” dedi. Ben üstadıma dönüp “Sevgili büyüğüm ben moral verme konuşması yapmıyorum yalnızca ne olduğumuzu ve kim olduğumuzu hatırlatmaya çalışıyorum” dedim. 

***

Gerçekten de asla bir gaza getirme konuşması yapmaktan hoşlanmam. Ben bu milletin gençleri ile en zor şartlarda görev yaptım ve bir kez dahi olsun pes edenine rastlamadım. İşadamı kimliğimle riskli bölgelerde Türk şirketleri ile çalıştım. Bu kadar girişimci ve gözü kara bir millet görmedim. 

Ben dağdaki bir köye gittiğimde gencecik Türk öğretmeni kadınlar gördüm. PKK terör örgütünden korkmadan yüreğiyle görev yaptıklarına şahit oldum. 

Bizler 15 Temmuz’da bu milletin yüreğinde korku denen şeyin olmadığını hep beraber gördük

17-25 Aralık konuşmaları ABD’de delil oldu / Zeynep Gürcanlı / Sözcü

Çok az kaldı; 27 Kasım’da ABD’de Zarrab davası başlayacak.

Ancak dava tarihi yaklaşırken, birbiri ardına da kritik gelişmeler yaşanıyor.
Son gelişme, 17-25 Aralık operasyonlarında ortaya dökülen telefon görüşmelerinin, ABD’deki mahkemede resmen delil olarak kabul edilmesi.
Üstelik bu bilgi, bizzat ABD’de tutuklu yargılanan Halkbank eski Genel Müdürü Mehmet Hakan Atilla’nın avukatlarının yazdığı bir dilekçeyle gün yüzüne çıktı.
Atilla’nın avukatları geçen hafta mahkemeye, “potansiyel tanıklar”la ilgili olarak bir dilekçe sundu. KİMSE SAVUNMA İÇİN TANIK OLMAK İSTEMİYORDilekçede, mahkemenin delillerin üçüncü kişilerle paylaşılması konusunda koyduğu kısıtlamaların, “savunma lehine tanık bulmada zorluk çıkardığı”vurgulandı. Avukatlar bunun için de iki gerekçe gösterdi: – POTANSİYEL TANIKLAR, KİŞİSEL BİLGİLERİNİN AMERİKAN MAHKEMESİYLE PAYLAŞILMASINI İSTEMİYOR- Atilla’nın avukatları mahkemeye sundukları dilekçede, savunma için tanıklık yapacak kişileri belirlemek için Türkiye’ye iki kez gittiklerini, yakında yine gideceklerini vurguladı. Ancak mahkemenin koyduğu “kanıtların paylaşılması kısıtlamasının”, tanık bulmayı zorlaştırdığını da ifade ettiler.
Dilekçede, “savunma tanığı bulmakta” sıkıntı çıkaran bir başka unsurun ise mahkemenin tanıkların imzalamasını zorunlu kıldığı “güvence belgesi”olduğu ifade edildi. Tanıklar için hazırlanan güvence belgesinde, tanığın ismi dışında, ev adresi ve çalıştığı yer gibi bilgiler de bulunuyor. Atilla’nın avukatları dilekçede, “Türkiye’deki potansiyel tanıklar, kişisel bilgilerinin bir Amerikan mahkemesi kayıtlarına girmesini istemiyor” notunu düştü. Dolayısıyla, sadece tanıkların isimlerinin, o da kamuoyuna açıklanmayacak şekilde mahkemeye bildirilmesini önerdiler.