İslam’da/toplumda kadın

İslâm’da ve toplumda kadın...  Sizler de takdir edersiniz ki zor bir konu. Çünkü kadına dair tartışma insanlık tarihiyle yaşıttır, hatta tâ yaratılışa kadar götürebiliriz bu tartışmayı. Böyle, asırlardır tartışılan bir meseleyi bir makale çerçevesinde çözüme kavuşturmamız elbette düşünülemez. Toplumda, kadınla ilgili bazı peşin hükümlerin konuşulup tartışılmasına vesile olabilirsek maksat hâsıl olmuş demektir.

Elimde bir kitap var. Mehmed Zeki Pakalın’ın Tarih Boyunca Kadın-Erkek Dedikoduları”, (İst. 1949, 304 s.) Yazar yerli ve yabancı kaynaklarda kadın ve erkeklere dair kayda değer gördüğü sözleri derlemiş. Kadınla ilgili sözlerin % 90’ı menfi… Öyle ki bunların birçoğu atasözü haline gelmiş. Birkaçı şöyle:

1-Her fenalığın kaynağı kadınlardır. (Latin atasözü)

2-Kadını çekiçle döv, altın gibi olur. (Rus atasözü)

3-Kadının sözlerini dinlememelidir. Zira kadın şerrin kaynağı ve köküdür. (Çin atasözü) 

4-Kadının ağzının pazar günü yoktur. (Fransız atasözü)

5-Kadının saçı uzun aklı kısadır. (Türk atasözü)

Bir konuda peşin hükümler atasözü haline gelmişse yahut kaynak eserlere girmişse onları değiştirmek pek de kolay değildir. Ancak meseleler iyi niyetle tartışılırsa çözülmemesi için ortada hiçbir sebep yoktur. Yeter ki samimi olunsun.

Biz, makalemizde milletler ve şahısların söylediklerinden ziyade, âyet ve hadisler ışığında kadın konusunu ele almaya çalışacağız.

 

                                               EĞE KEMİĞİ

Önce “yaratılış”tan başlayalım. “Kadın”ın Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığı kanaati yaygındır. Bizce kadın-erkek eşitsizliğine dair inancın arka planında bu kanaat yatmaktadır. Konuyla ilgili âyet meâlen şöyle:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üreten rabbiniz(e karşı gelmek)den sakının.” (Nisâ Sûresi, Âyet: 1.)

Burada üzerinde durulması gereken ifade şu: Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan

Bazı müfessirler buradaki “bir tek nefis”ten Hz. Âdem’i anlamışlardır. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şöyle der:

“Bu nefs-i vahidden murad Hazret-i Âdem, zevcinden murad da Hazret-i Havva olduğunda ittifak ve icmâ vardır.” (bk. HAK DİNİ KUR’AN DİLİ, Türkçe Tefsir, İst. 1971, c. 2, s. 1273)

Hz. Havva’nın, Hz. Âdem’den yaratıldığını söylemek, kadının Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı inancını teyit etmek olur ki bizce doğru değildir. Evvel emirde “nefis” kelimesi müennestir, “Âdem”i temsil etmez. Zira “Onu [Âdem] çamurdan yarattın.” (bk. Âraf Sûresi, Âyet: 12) ve emsali âyetlerden de anlaşılacağı üzere Âdem müzekkerdir. Ayrıca “nefis”in lügat anlamı “can, cevher”dir. Dolayısıyla, Havva validemizin “nefs-i vâhid”den yaratılması ifadesini, “Hz. Âdem’in bir parçasından yaratılmıştır” diye değil de, “Hz. Âdem’le aynı cevherden yaratılmıştır” şeklinde anlamak gerekir. Şeyh Sâdî de bir beytinde insanoğlunun tek cevherden yaratıldığını söyler ki beyit şöyledir:

“Benî Âdem âzâ-yı yek-dîgerend//Der-âferîneş zi-yek-gevherend”=İnsanoğlu birbirinin âzâsı gibidir. Çünkü bir cevherden yaratılmıştır. (bk. Mehmed Said Efendi, Mülistân, İst. 1291, s. 28)

Hz. Peygamberimizin: “Kadın eğe kemiği gibidir. Onu doğrultmak istersen kırarsın” (bk. Riyâzu’s-Sâlihîn, DİB Yayınları, Ankara 2013, c. 1, s. 284) ve benzeri sözleri, yaratılıştan gelen insan tabiatını değiştirmeye kalkmanın sakıncalarını anlatmak için söylenmiştir. Bu sözler kadının, Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığının delili olamaz.

Hz. Havva’nın, Âdem aleyhisselamın eğe kemiğinden yaratıldığına dair haberlerin kaynağı “Kur’ân” değil, “Tevrat”tır. İlgili rivayetleri Tevrat’tan aynen aktarıyoruz:

“Ve Rab Allâh, Âdem’in yalınız bulunması eyü değildir ana kendisine münâsib bir yardımcı halk edeyim dedi.

Ve Rab Allâh, Âdem’e ağır bir uyku getürmekle uykuda anın eyegü kemiklerinden birini alarak yerini et ile toldurdı. Ve Rab Allâh, Âdem’den aldığı eyegü kemiğinden nisâ yaradup anı Âdem’e getürdi. Ve Âdem şimdi bu kemiklerimden kemik ve etimden etdir. Bu, insandan alındığı içün ana nisâ tesmiye olunsun dedi.” (bk. KİTAB-I MUKADDES, [Tekvin, 2. bâb, âyet: 18, 21, 22, 23] İst. 1910, s. 4)

 

İLK GÜNAH

Özelikle Hristiyan âleminde yaygın olan inanca göre Hz. Havva cennette Allah’ın yasak kıldığı meyveyi yiyerek ilk günahı işler. Ve böylece kadın bir bakıma “günahın anası” olur. Kadının bütün kötülüklerin anası olarak düşünülmesinin temelinde bu inanç yatar. Kaynağı Hristiyanlığa dayanan bu görüş, zamanla Müslümanlar arasında da yaygınlaşarak Havva ile Âdem’in cennetten çıkarılmasının tek sorumlusu Hz. Havva olarak görülmeye başlanmıştır. Oysa Kur’ân-ı Kerim’deki ilgili âyetler dikkatlice incelendiğinde durumun pek de öyle olmadığı hemen anlaşılır.

Cenâb-ı Allah meâlen şöyle buyurur:

Ey Âdem! Sen ve eşin cennette oturun, istediğiniz yerinden rahatça yiyip için ve şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz dedik.* Şeytan oradan onların ayağını kaydırdı.” (Bakara Sûresi, Âyet:35-36)

“Buyruldu ki: Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz şeyden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.* Derken şeytan onlara vesvese verdi.”  (Ârâf Sûresi, Âyet: 19-20)

Burada üzerinde durulması gereken ifadeler şunlar:

                1-Şeytan oradan onların ayağını kaydırdı.

2-Derken şeytan onlara vesvese verdi.

Görüldüğü gibi ifadelerde o ikisi (hümâ) zamiri kullanılmaktadır. Yani ortada bir günah, Allah’ın emrine uymama var ve bunu da Havva tek başına yapmamış, Âdem’le birlikte yapmışlardır.

Diğer taraftan, şunu da unutmayalım ki C. Allah’ın asıl hedefi âdemoğlunu cennette yaşatmak değil, yeryüzüne halife yapmaktı. İlgili âyet meâlen şöyledir:

 Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde herhalde bir halife var kılacağım” demişti. Melekler de “Orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın” demişlerdi. (Bakara Sûresi, Âyet: 30)

Şimdi bu âyetin ışığında baktığımızda görürüz ki Âdem ile Havva’nın, şeytanın vesvesesine uyarak yasak ağaca yaklaşmaları, Allah’ın yeryüzünde bir “halife” bir “beşer” yaratma iradesinin gerçekleşmesi için bir vesile olmuştur. Dolayısıyla, ilk günahı Havva işledi, bu yüzden kadınlar bütün kötülüğün anasıdır demek veya Havva anamızla Âdem babamız şeytana uymasalardı insanlık cennette rahat ve huzur içinde yaşayacaktı gibi mülahazalar doğru değildir.

Hemen kaydedelim ki -yukarıda işaret edildiği üzere- nasıl Hz. Havva’nın yaratılışı hakkındaki hurafeler dinimize Tevrat’tan geçmişse, aynı şekilde İlk günahın Hz. Havva tarafından işlendiğine dair rivayetler de yine Tevrat kaynaklıdır. İlgili âyetleri “Kitab-ı Mukaddes”ten aynen aktarıyoruz:

“Ve Rab Allâh’ın yaratdığı sahrâ hayvanlarının kâffesinden ziyade zeyrek olan yılan idi. Ve kadına hakikaten Allâh bağçesinin her bir ağacından yemeyiniz demiş midir, dedi. Kadın dahı yılana bağçenin ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz. Ancak bağçenin ortasında bulunan ağacın meyvesi hakkında Allâh andan yemeyiniz ve ana tokunmayınız ki ölmeyesiniz buyurmuşdur, dedi. Yılan dahı kadına mutlaka ölmezsiniz. Zira andan yediginiz günde gözleriniz açılup hayır ve şerri tanıyarak ilahlar gibi olacağınız Allâh’ın malûmudur, dedi.

Ve kadın bu ağacın yemek için eyü ve gözlere hoş ve anlayışlı kılmak içün arzû edilecek bir ağaç olduğunu gördükde anın meyvesinden alup yedi ve kendisi ile beraber olan zevcine de verdiginde o dahı yedi.” (bk. KİTAB-I MUKADDES, [Tekvin, 3. bâb, âyet: 1-6] İst. 1910, s. 4)

Görüldüğü gibi gerek Hz. Havva’nın, Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratılmış olduğu inancı gerekse ilk günahı Hz. Havva işledi rivayeti İsrailiyyat kaynaklıdır.

Şimdi bu iki tespitten sonra yavaş yavaş kadının toplumdaki yerine geçebiliriz…

Kur’ân-ı Kerim’de doğrudan veya dolaylı olarak ismi geçen kadınlar var. Bunlardan Kur’ân’da doğrudan ismi geçen Hz. Meryem, ismet ve takva sembolü olarak anılır. Hatta ehl-i sünnet itikadının iki imamından biri olan Ebû’l-Hasan el-Eş’arî (ö. 935) -diğer bazı kadınları olduğu gibi- Hz. Meryem’i de peygamber olarak kabul eder. Biz bugün hâlâ kadının sosyal hayattaki yerini tartışırken 1000 yıl önce İmam Eş’arî’nin -doğru veya yanlış- kadınlardan da nebî olabileceğini söylemesi dikkate şayandır.

Kur’ân’da zımnen adı geçen kadınların önde gelenlerinden biri de Saba Melikesi Belkıs’tır. Neml Sûresi’nin 23 ile 44. âyetleri arasında Sultan Süleyman ve hükümdar Belkıs’tan bahsedilirken Belkıs’ın hükümdarlığı ile ilgili hiçbir olumsuz ifadenin yer almamış olması kadının devlet başkanı olabileceği şeklinde yorumlanmaktadır. Ayrıca Hz. Süleyman’ın onu hak dine dâvet etmesi üzerine, yetkili kurullarını toplayıp görüşlerini aldıktan sonra kendinin yanlış yolda olduğunu görüp hemen iman etmesi de dikkat çekicidir.

Bu noktada Hz. Peygamberimizin: “İşlerini kadına tevdi eden bir millet aslâ felah bulmaz” (bk. Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, c. 10, DİB Yayınları, Ankara 1977, s. 449) sözü akla gelebilir. Ancak bu söz, İran Kisrası Perviz’in kızı Boran’ın devlet başkanlığına getirilmesi üzerine söylenmiştir. Malum, Perviz’in oğlu Şîrveyh babasını öldürüp yerine geçmişti. İktidar hırsıyla ne olur ne olmaz diye erkek kardeşlerini de öldürmüştü. Altı aylık bir hükümdarlıktan sonra kendisi de ölünce hükümdarlık kız kardeşi Boran’a kalır. Bu, beklenmedik bir gelişmedir. Yani Boran hazırlıklı (ehil) değildir. Peygamberimiz yukarıdaki sözü, iş bu noktaya gelmişse Sâsânî devletinin ayakta kalması mümkün değil, anlamında söylemiştir. Burada kastedilen “cinsiyet” değil, “keyfiyet”tir. Zira İslâm tarihinde kadınların devleti yönettiğine dair örnekler var:

“Delhi’de Sultan Şemseddin İltutmuş’un 1236’da ölümünden sonra devleti dört yıl kızı Razıyye Begüm yönetmiştir. Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb, Haçlılar’la savaşırken vefat edince savaşın sonuna kadar ölümü gizli tutulmuş ve ardından yerine Turan Şah geçmiştir. Fakat kumandanların Turan Şah’ı kabul etmemesi üzerine Necmeddin Eyyûb’un eşi Şecerüddür hükümdar olmuş; adına hutbe okunmuş ve sikke bastırılmıştır. Ayrıca İran’da hüküm süren Türk Atabeyi Boz-aba’nın eşi zâhide Hatun ve Sungurluların son hükümdarı Âbiş Hatun da örnek olarak zikredilebilir.” (DİA, c. 24, s. 91)

Ayrıca “Cemel Vak’ası” olarak bilinen, Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Hz. Ali Efendimizin halife seçilmesi üzerine başlayan olaylarda Hz. Âişe validemizin bir ordu komutanı gibi savaşı yönetmesi ve kimsenin “sen kadınsın, git evinde otur” dememiş olması da unutulmamalıdır.

Görülen o ki “Asr-ı Saadet” ve “Hulef-yı Râşidîn” dönemlerinde kadınlar toplumda, sonraki dönemlere göre daha aktifti. Bu konuda şu örnek sanırım meselenin daha iyi anlaşılması için yeterli olacaktır:

Bir gün Hz. Ömer minberden, evlenirken mehrin fazla verilmemesini söyler. Bunun üzerine cemaatten bir kadın kalkar ve Kur’ân’dan âyetler okur, Hz. Ömer’in yanıldığını söyler, halifeyi bu görüşünden vaz geçirir. Bunun üzeri Hz. Ömer de “Allah Allah, kadın Ömer’le tartışmaya girmiş ve onu susturmuştur, demiştir. (bk. Bekir Topaloğlu, İslâmda Kadın, İst. 1970, s. 250)

Bugün camide hükümdarın sözünü kesecek bir kadın var mı? Diyelim ki var, böyle bir şey yapsa başına nelerin gelebileceğini düşünün ve kadının dünkü durumu ile bugünkü durumunu kıyaslayın. Nereden nereye değil mi?..

İslâm’da kadın konusu işlenirken “evliya kadınlar”ı da unutmamak gerekir. Mevzuyu uzatmamak için sadece bir örnek sunmak istiyorum. Biliyorsunuz dinimizde esas olan “ihlas”tır. Yani her şey sadece ve sadece Allah için yapılmalıdır. Cennet ümidi veya cehennem korkusuyla yapılacak ibadetler makbul sayılmaz. İşte bu inancı bize en güzel izah edenlerden biri de Rabia Hatun’dur. Rivayet ederler ki bir gün Rabia Hatun, bir elinde su dolu bir kova, diğer elinde ateş olduğu halde hızla gidiyor. Hayırdır, ne bu telaş, nereye böyle diye kendisine sorulduğunda verdiği cevap şöyledir:

Kovadaki suyu cehenneme döküp söndüreceğim. Bu ateşle de cenneti yakacağım. Tâ ki kimin ne için ibadet etmiş olduğu ortaya çıksın…

Konuyu özetlemek için, İslâm öncesini bir kenara bırakarak şu iki âyetin meâlini dikkatlerinize sunmak istiyorum:

 “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri(yardımcıları, destekleyicileri)’dirler. İyiliği emrederler, kötülüğü menederler.” (Tevbe Sûresi, Âyet: 71)

“Şüphesiz Allah, emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ Sûresi, Âyet: 58)

Bu iki âyet İslâm’ın sosyal yapısını âdetâ özetlemektedir. Dikkat ederseniz, kadınlar da erkekler de iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla mükellef tutulmuşlardır. Tabii ki bu iş de gelişigüzel değil, sosyal bir organizasyon dâhilinde gerçekleştirilecektir. Bu organizasyonda yer alabilmenin şartı da “ehliyet” olarak belirtiliyor âyette. O zaman sosyal ve idari yapıda yer alabilmenin ölçüsü “cinsiyet” değil, “ehliyet”tir. Maalesef geçmişte eğitim sistemimiz kadınların okumasına elverişli olmadığı için kız çocukları okutulmamış zamanla da bu durum “kız çocuklarının okuması günahtır” şeklinde yanlış bir taassuba bürünerek kadınların “ehliyet” bakımından azınlıkta kalmalarına yol açmıştır. Öncelikle bu çarpıklığı ortadan kaldırmak için çaba sarf etmeliyiz. Bu yolda hayli mesafe de alınmıştır. Bunlar başarıldıkça kadınlarımız sosyal hayatta hak ettikleri yeri daha çok alacaklardır. Bunun önünde dinî herhangi bir engel yoktur.

Sözün özü;  “insan”a kadın-erkek gözüyle değil, “can” gözüyle, Allah’ın yeryüzündeki “halifesi” gözüyle bakmalıyız. Ne diyordu Koca Yunus:

“Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaratılmışı severiz

Yaratanından ötürü.”

Yazarın Diğer Yazıları