MUKADDES ANKARA’DAN MEKTUPLAR -33-

MUKADDES ANKARA’DAN MEKTUPLAR -33-
Onlar bizi mahvetmek istiyorlar. Ben bunun sebebini biliyorum

esat-atalay-001.jpg
Sonra görüşme konusu bütün meseleler ele alındı. Şarktan garptan bahsedildi. Büyük Devlet Reisinin malûmatının genişliği, her defasında, muhatabı için hayret vesilesi oluyordu. O, her şeyi ve herkesi biliyor, en ufak bir meseleyi bile asla derinleştirmeden geçmiyor, herkesi hakikî kıymeti ile takdir ediyor, çalışanlar ile çalışır gibi görünenlerin isimlerini biliyordu.

Sırasında büyük sevku’lceyşçi (strateji uzmanı) harikulâde idareci, şayan-ı hayret vüsatte (genişlikte) siyasetçi olanbu zatın zekâsı bir harika, İslâm âleminin hizmetini, yardımını (?) derin bir takdirle karşılıyor. Kendisi, Asya ve Afrika meselelerinde müstesna (seçkin) bir mütehassıs (uzman). “Biz tahrikçi değiliz. Kimseyi nüfuzumuz altına almak istemiyoruz, fütuhat peşinde de koşmuyoruz. Avrupa’dan bize davet gelir gelmez cevap olarak murahhaslarımızı (delegelerimizi) yola çıkardık, fakat... Onlar henüz buraya dönmeden neler olduğunu gördünüz. Biz şüphesiz, sulh istiyoruz, şerefli bir sulh... Fakat onlar bizi mahvetmek istiyorlar. Ben bunun sebebini biliyorum...”

 Verilen izahattan her biri, meselenin aslına vakıf olmayanların henüz bilmedikleri bir hakikatin müspet (olumlu) ve müşahhas (somut) birer delili idi... Paşa, “Çıkıp biraz hava alalım, konuşmaya sonra devam ederiz” dedi.

Yeşilliklerle çevrili ve nefis bir surette sakin olan taraçada, Büyük Devlet Reisi, çok sevdiği bahçesinden, bazen bülbüllerin şakımasını dinleyerek gölgesinde gezindiği cesim (büyük) ağaçlardan bahsetti. Zihnen evvelden tasarlamış olduğu istikbale muzaf (geleceğe yönelik) müthiş plânı, rahatça, acaba bu münzevî (yalnız) gezintiler sırasında mı çiziyordu? Kim bilir? Yüzünde hiçbir endişe eseri yok. Sadece Bağ’da geçirilen anların verdiği büyük hazzın içten gelen aksi görülüyordu. “Buradan seyredilen güneşin tuluu (doğuşu) bilseniz ne kadar muhteşemdir” dedi. Farkına varmaksızın şair olmuş ve tabiatın ahengini methetmeye başlamıştı.

Kaç defa ölümle karşılaşmış olan bu zat için hayat, şu anda ne kadar güzeldi!

Sonsuz letafeti (güzelliği) olan bu anı uzatmak lahutî (ilâhi) bir zevk olurdu, fakat evvelce başlamış olan görüşmeye devam etmek lâzımdı.

Mütarekeden sonra bir avuç yiğitle, halkın bozulan maneviyatına, askerlerin terhisine, pek çok fakirleşmiş ve pek zalimane parçalanmış bir memleketteki umumî müzayakaya (sıkıntıya), her türlü entrikalara vesaireye karşı nasıl mücadele etmek mecburiyetinde kaldığını anlatıyordu: “Bununla beraber ümidimi asla kaybetmedim” dedi. “Şimdi her taraftan koşup gelen büyük asker akımına bakınız. Bunları, kendi imkânlarımız dahilinde burada, bu temerküz (toplanma) şehrinde teslih (silâhlanıyor) ve techiz ediyor (donanıyor), bir müddet talim ve terbiyeye tabi tuttuktan sonra cepheye sevk ediyoruz!

Hakk’a şükürler olsun, zabitanımız eksik değil. Harb-i Umumi’de iktisap ettikleri (kazandıkları) tecrübeden şimdi yararlanıyoruz.

Yarın buraya gelecek olan Refet Paşayı göreceksiniz. Cepheden geçerken de İsmet Paşa ile tanışacaksınız.” Sonra, köşkünü gezdirmek ve önce Avrupalı iken Türk olan eski bir mühendisin uzun müddetten beri tertip ve tanzim ettiği arabesk tarzındaki selâmlığını H. Zade’ye göstermek üzere ayağa kalktı. Kendi imal ettiği (yaptığı) aletlerle bu yeni küçük köşkü tezyin eden bu adamı çalışırken seyretmek, hoşuna gidiyor gibi idi.