Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Durmuş HOCAOĞLU

Durmuş HOCAOĞLU

Müslümanlar niçin Müslüman'dır?

Bir evvelki yazımızda,  “Adı kendi kitabında verilmiş olan İslâm budur ve O’na böyle girilir”  demiştik. Şimdi bu “İslâm’a giriş” üzerinde biraz duralım: İslâm’a nasıl girilir? Hiç şüphesiz her insan zâten doğuştan Müslüman olarak bu dünyaya gelir ve eğer ergenlikten, akıl bâliğ olduktan ba’de, şu veya bu şekilde başka bir dine intisab ettikten sonra bu dine girecekse, O’nun îmân esaslarını garazsız-ivazsız kalben tasdîkle -lisânen ikrâr, içtimâî yanıdır- bu şartı yerine getiren kişi, Allah katında Müslüman’dır; bu kadar. Tabiatiyle her dinde böyle olmadığını biliyorsunuz; Hıristiyanlık’ta, meselâ, dine böyle girilmez: Hıristiyanlığın kindar Tanrısı, her Âdem evlâdını tâ ezelden, hiç işlemediği İlk Günah’tan ötürü mahkûm ve İblis’in neferi olarak kabul ettiğinden, her kişi doğuştan dinsiz doğar ve sonra da kalben tasdîk yetmez; dine girmek için bir kefâlet töreni şarttır - Vaftiz işte budur. Ama benim burada temas etmek istediğim mevzû asıl olarak bu değil: Her insan Müslüman doğar ve sonra din değiştirmezse o din üzerinde sâbit kalır; ama asıl soru şudur: Müslümanlar niçin Müslüman’dır ve meselâ Hıristiyanlar niçin Hıristiyan?
Yersiz ve hatta absürd gibi gelebilir, lâkin bence sosyal bir vâkıa olması bakımından asıl soru bu ve fikrimce basit bir cevâbı var: Müslümanlar Müslüman olarak doğar, Hırisitiyanlar Hıristiyan olarak ve diğer din mensupları da hâkezâ, kendi dinleri üzerine doğar da ondan; yâni istisnâî hâller dışında bilinçli ve irâdî bir din tercîhi yoktur: Dinimiz, sosyolojik olarak, tıpkı anadilimiz, kavmimiz, ten rengimiz gibi, içtimâî çevre tarafından bize “verilir” ; biz de onu alır ve taşırız. Ne var ki bilhassa günümüzde din, her cemiyette ve her cemiyetin her kesiminde aynı şekilde verili bulunmuyor; meselâ, Bağdat Caddesi’nde doğana başka bir Müslümanlık veriliyor, Çarşamba’da doğana başka. Birisi daha tevellüdünden îtibâren kesif bir dinî atmosferde yetişir, kulağına ezan okunur, ezanlar, selâtlar, oruçlar, namazlar, Kur’ânlar arasında büyürken, diğerinin evinde kıbleyi bile bilen yoktur, vesâire. Tabiî, bu, en kaba çerçevede en kalın çizgilerle bir açıklama modeli; işin teferruatı daha karmaşık muhakkak ki; meselâ, bir dinin yerini bir başka dinin alışı veya aktüel bir örnek olarak, Avrupa’da yaygınlaşan Hıristiyanlık’tan çıkış gibi.
Bir dinin en heyecanlı safhası, mutlaka, ilk olarak doğuşu ve yayılışıdır; bu dönemin dindarları o dinin önderleri olduğu gibi, en büyük fedâkarlıklara katlananlarıdır da aynı zamanda. Zamanla din yayılır, yerleşir, kendi hâkimiyet sahasını kurar; kültürünü, medeniyetini te’sis eder, hukukunu vaz’eder vs., ama bir şey daha vuku’bulur bu esnâda: Artık o dinin ilk heyecânı kalmamıştır, çünkü düzenini bir şekilde oturtmuştur ve bundan ötürü de güneşin her sabah doğması gibi, heyecâna yol açmayan sıradan ve rutin bir vak’a hâlini alır; ilk doğuşunda dinamik ve inkılapçı olan din, böylelikle usul usul statikleşmeye, statükocu olmaya ve buna bağlı ve paralel olarak da eleştirilmekten rahatsızlık duymaya başlar. Bu dönem, dinin, ilk devirlerine göre kültür ve medeniyet olarak ne kadar  tekâmül ve terakkî ederse etsin, yavaş-yavaş kendisini tekrar etmeye ve bir gelenek olmaya başladığı dönemdir; artık, o, “atalarımızın dini” olmuştur çünkü ve atalarımızın dini oldukça, gelenekleşmeyle mitolojikleşme de meydana çıkmaya başlar; bilhassa avâm dininde işbu mitolojikleşme çok bâriz bir hâl alır. Atalarımızın dini olan ve dinamizmini yitirmeye yüz tutan din, kendisini yeniden üretmekte, yeni sorunlara yeni çözümler bulmakta, yeni sorulara yeni cevaplar vermekte zorlanır ve bu da onun erozyona uğramasına, kifâyetsiz kalmasına, fonksiyonelliğinin azalmasına sebebiyet verir; çünkü her ne kadar insanın tabiatında radikal bir değişiklik söz konusu olmasa da hayat bir dinamizmdir esâsında ve dinin kendisini yenileyememesi durumunda hayatın pratiği onu ezer ve geçer. Ve öyle bir vakit gelir ki -veya gelebilir ki- elde mevcut olan dinin fonksiyonelliği dibe vurabilir; bu,  “termodinamik” teki  “termal ölüm” gibi bir âkıbettir; nasıl ki termal ölüm, enerjinin mevcut ve fakat iş yapamazlığı demekse -pek de sıhhatli olmamakla beraber  “teolojik ölüm”  diyebileceğimiz- bu vaziyette de mevcut olan ve fakat iş yapamayan, yâni hayatı çekip çeviremeyen, fonksiyonelsiz bir din -daha doğrusu din posası- karşımıza çıkar ve bu noktada dindarlıksa ya farfaracı bir militan, agresif ideolojiye dönüşür ya da şekle, şeklî hususlara inhisar etmeye başlar.
Hıristiyanlık bu sürecin sonuna doğru geliyor -veya en azından, öyle gözüküyor; ya İslâm, daha doğrusu Müslümanlık(lar)? 

Yazarın Diğer Yazıları