'Müzakere'yi göreniniz oldu mu?
Müzakere tekniğine yönelik araştırmalar bu kavramın sadece uluslar arası ilişkilerin ve siyasal yapının değil, aynı zamanda toplumsal sistemin de bir parçası olduğunu kanıtlamıştır. Artık irili ufaklı bütün örgütler bu kavramın şifresini çözmek zorundadır. Çünkü günümüz örgütlerinin en önemli kaynağı, aktif ve potansiyel gücü insan unsurudur. İnsanlar müzakere etmeyi ya da ona ait kuralları, süreçleri öğrenmekte ve ancak böylelikle gelinen düzeyde temsil edilen örgütün dış çevreyle olan müzakere başarısı meydana gelmektedir. Kaldı ki başarılı müzakerecilerin gelişim hızı ile yetiştikleri toplumsal çevre arasında derin bir ilişki olduğu göz ardı edilmemelidir. Kişiler sosyalizasyon süreçlerinde, müzakere ve onun en önemli parçası olan iletişim gücünden bihaber yaşadıkça; hangi örgüt temsil edilirse edilsin kalıcı başarının sağlanmasının güç olduğu ileri sürülebilir. Başarılı bir müzakere sürecinde karşı tarafın tutum ve özelliklerine göre strateji belirlenir. Değişime açık yol haritaları çizilir. Oysa uygulamada pek çok yönetici müzakereyi pazarlık, tartışma ve hatta istişare kavramları ile karıştırmaktadır. Aslında müzakere bu üç kavramın da birleşimidir. Özellikle hayati öneme sahip konularda belirtilen bu üç unsuru da içselleştirebilen bireylerin başarısı ispatlanabilir durumdadır.
Bağış’ın baktığı pencere...
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile 2005 yılında başladığı müzakere süreci için “sözde” yaklaşımını kullanmak yanlış olmasa gerek. Müzakerede iki taraf olması kuralına karşın AB dışında sonuca etki edebilecek pek çok dinamik var. Bir defa karşılıklı olarak gerçekleşen iletişim süreçlerinin birbirine son derece zıt olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye “ikna edici” AB ise “çatışmacı ve direktif verici” bir iletişim tarzı sürdürmektedir. Üstelik yürütülen müzakere tekniğine bakıldığında adına “pazarlık” bile denilmesinin zor olduğu görülmektedir. Buna göre AB yetkilileri direktif vermekte ve Başmüzakereci Egemen Bağış da yalnızca onları ikna edebilmekle enerjisini tüketmektedir. Bakınız Başmüzakereci Bağış, Aralık ayı basın toplantısında şu iki cümleyi söylemiş: “1999 yılında insanlar Kürdüm demeye korkarken, şu anda bir televizyon kanalı Kürtçe yayın yapıyor.” Ve “Türk toplumunun yüzde 59.5’i AB’ye girmek için evet diyor, yüzde 34.2’si AB’ye karşı, yüzde 6.5’si ise kararsız. Bu nedenle iletişime çok önem veriyoruz.” Bu ifadelere baktığımızda müzakere teknikleri içerisinde “yumuşak müzakere”nin tercih edildiği ve istemeden de olsa sonuca tek taraflı katkı sağlamaya hazır olunduğu mesajının gönderildiği açıktır. Yoksa Bağış’ın söylediği “iletişime” ihtiyacı olan AB iken neden Türkiye bunun derdine düşüyor? Bir bakıma “halkımız sizi istemiyor ama biz onları ikna edicez” deniliyor.
Talat’ın müzakere süreci meşru mu?
Şimdilik KKTC Cumhurbaşkanı olan Mehmet Ali Talat’ın ülkesine bakış açısı oldukça ilginç. Belirtmek gerekir ki yaşadığı toprakların meşruluğu ve bağımsızlığının devamına yönelik düşünceleri sorgulayabilen bir anlayışın, Kıbrıs müzakere sürecinde ne denli başarı elde edeceği meçhuldür. Bu yüzden yürütülen müzakerede bir tarafın “kazan-kazan” demesi yetmez. Karşıdaki “kazan-kaybet” anlayışından geri adım atmıyorsa ve buna olan inancı sizden fazlaysa orada geçekleşen müzakere süreci hukuki olmakla birlikte çok da meşru sayılmaz. Sonuçta gerek Bağış ve gerekse Talat’ın, müzakere kavramının gerçek anlamını, kapsamını ve şifresini çözebildiğini söylemek mümkün değildir.