Nasıl yaşamalı, neyi seçmeli?

Nasıl yaşamalı, neyi seçmeli?
Aklı başında bir insanın içinde yaşadığı toplumdan kendini koruyabilmesi için yapması gereken ilk şey, iç dünyasını olabildiğince saklamaktır der de başka bir şey demezdi, yıllar önce bu dünyada yeterince kaldığına karar vererek giden bir dostum.

Acaba çok mu zarar görmüştü insandan? Yaşadığı acılar mı onu iç dünyasını böylesine gizlemeye itmişti? Hayatın anlamsızlığını mı keşfetmişti? Gelenek, toplum, yasalar, bilinç dışının baskıları, bitip tükenmek bilmeyen sorumluluklar, içgüdülerini baskılarken çektiği sıkıntılar, vicdan baskısı mı yıldırmıştı onu? O zamanlar bu sorulara sağlam yapıtlar verebilecek kadar olgunlaşmamıştım. Ayrıca adam zaten kendini açmıyor, içinin derinliklerinde inşa ettiği şatoda yaşıyordu ve ulaşmam olanaksız gibiydi.

Ama o gittikten yıllar sonra, aklım ve onun ötesindeki alemle, o gerçek üstü alanı da devreye sokarak düşündüğümde, çekip gitmesine değil elbette, ama bunalmasına hak verir buluyorum kendimi. Zira insanın kendini özgür bir birey olarak ifade edemediğinde, onun deyimiyle "şerefli bir insan gibi" yaşayamazdı. O zaman da hayat "bir yük" olurdu. Ve bu aşamada birbirinden çetin seçenekler çıkıyordu insanın karşısına.

Bütün zorluklara katlan ve mücadele et...

Kaçıp içine saklan, açıktan mücadelenin bir anlamı yok...

Teslim ol, iddialarından vazgeç, hayatta payına ne düşürse al ve itiraz etme...

Ya da mizahın kanatları altına gir. Zira önemli bir sanatçı, "Yolun yarısında akıl sağlığını koruyabilmek için insan, en iyi ilacın mizah olduğunu öğrenir" dememiş miydi?

Bunlardan birini seçmek gerekiyor diye geçti içimden geçenlerde, dostumun gidişinin yıldönümünde.

Ancak hemen ardından işin bu kadar kolay olmadığını fısıldadı sanki içimdeki ses kulağıma:

"Karakterin ne ise bir şekilde seçimlerin ona göre belirlenecektir. Her seçimin en temel nedenleri, iç dünyamızın en derinlerinde yatar. Ne kadar farkında olursan o kadar doğru bir seçim yaparsın…"

Ve, acaba diye geçirdim içimden, umuma açılmak mı, yoksa gizlenmek mi daha uzun süre ve sağlıklı tutar insanı bu hayatta?

---

OKUYUNUZ

 

Veronika, her istediğine sahip görünen, renkli bir yaşam süren, gezip tozan güzel genç bir kadın olmasına karşın, mutlu değildir. Yaşamında bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Başarısız bir intihar girişiminin ardından, kendine geldiği zaman bir akıl hastanesindedir. Üstelik çok kısa bir ömrü kaldığını öğrenir. Zaten ölmek isteyen Veronika bu süreçte, başka dünyaların insanlarını tanırken kendisini de keşfetmeye başlar… "Veronika Ölmek İstiyor"la Paulo Coelho, yaşamın kıyılarında dolaştırıyor okuru...

 

---

BEYEFENDİ

Eski zaman ve "okumuş çocuklar"

Gece okumak üstüne bir kitabı bitirmişti. O gün öğlene doğru bulutlar güneşi göstermemekte ısrarlıydı ve yağmur yoktu. Tam sevdiği havalardı. Güneşin değerini biliyordu elbette, ancak gardiyan gibi her an tepesinde olmasını da istemiyordu. Tam da uzun yürüyüşe davet eden bir erken bahar diye söylendi akşam üzeri. Haliç'in kıyılarında gezindi bir süre. Genç olduğu zamanlar Taksim'e yürüyerek uzanırdı, birkaç yüz metrelik yokuşu tırmanmayı göze alarak. Ama o zamanlar sanki üç yüz yıl geride kalmış gibi hissetti. Serin hava içinde biraz daha serinledi sanki. Haliç'ten metro ya da otobüsü tercih edebilirdi. Etmedi. Eminönü'ne kadar yürüdü düz yolu. Tramvayla Fındıklı'ya attı kendini. Ve boğazı gören salaş bir çay bahçesinde ince belli bardaktan çayını yudumlarken, kafasında hala annesinin dayısı için söylediği o eskimeyen cümlesini evirip çeviriyordu:

"Oğlum okumuş çocuktur o..."

Okumanın ne olduğunu dayısının üniversiteye gittiği yıllarda öğrenmeye başlamıştı küçük Beyefendi. Ve o zamanlar düştü zihnine birden. Dayı gençti, ancak ilçenin ileri gelenleri fikrini sorardı sık sık. O, halkın gözünde "okumuş" biriydi. Fikirleri değerliydi. Ayrıca "iyi çocuklar"dı onlar. O zamanlar yalansızdı o gençler diye geçirdi içinden. Kendileri için bir şey istemiyorlardı. Fedakardı o okumuş çocuklar. İki cümlelerinden birinde mutlaka adalet olurdu. Dayıyı can kulağıyla dinliyor, öğrenmeye çalışıyordu ülkesini, hayatı. Yalansızdı dayı. O zamanlar bir de özeleştiri vardı ve dayı "sıradan" bir insanın karşısında bile "özeleştiri" yapar, özür dilerdi. Demek ki dedi uzun yıllar sonra dayı doğrunun, adaletin, iyiliğin, eşitliğin, kardeşliğin peşindeydi ve bu kavramlar yalanla bir arada olamazlardı.

"Ancak" diye geçirdi içinden çayını yudumlarken şimdi zamanın Beyefendisi, "o dönem bitti. Küresel kapitalizm, idealleri ezip geçti ne yazık ki. Şimdilerde okumuşların ezici çoğunluğu, karşıt kamplardan birbirlerine en galiz küfürlerle saldırıyor. Düşüncenin yerini önyargılar ve çıkarlar aldı ne yazık ki..."

---

İŞTE O KADAR

Acıya kahkaha atmak sanatsa eğer, ben çok pahalı bir tabloyum.

Bukowski

---

ÇOCUKÇA

Durmadan gülmek deliliğin emaresi olabilir elbette, şart da değil zaten. Ama arada bir de olsa, bu küçük gibi gülmeli, gülebilmeli insan... Hesapsız, bütün yüreğiyle gülmeli... İyilik, coşku, hayat dolu gülüşleri olmalı insanın arada bir de olsa. Ve bu gülüşlere kaynaklık edebilecek kadar derin ve sevgi dolu bir iç evreni...